29 Aralık 2009 Salı

pavlov

29 Aralık 2009 Salı
“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim.

Günler böyle geçiyor işte... 12'ye doğru mutlanmaya başla, 1 olup da telefonun çalmadıysa burul. Sonra 6 gibi heyecanlan, 7'ye doğru sönsün... Ve saat 10'a yaklaşırken telefonun hala çalmadıysa sarkıt dudaklarını annesinin işten dönmesini cama yapışarak bekleyen çocuklar gibi.

26 Aralık 2009 Cumartesi

26 Aralık 2009 Cumartesi
yaz gelsin,



mesafeler gitsin...
Posted by Picasa

25 Aralık 2009 Cuma

sahte kahraman

25 Aralık 2009 Cuma
Kendi masalının eşsiz kahramanı olmak varken, başka masalların kahramanlarına özenip kendini o ait olmadığı masala yamamak niye? Üstelik o jön tavırlarla... Oysa ben bilirim senin içini. Oradaki minicik, ürkek ve hassas çocuğu da bilirim... Fakat... Bilmezdim kendi masalını yazamayacak kadar zayıf olduğunu...

22 Aralık 2009 Salı

özledim

22 Aralık 2009 Salı
Cafe des cafe'de kahve içmeyi, Tunalı'dan Kızılay'a yürümeyi ve İstanbul'a dönüşü özledim. Gece güç bela gözümü açtığımda kendimi güvende hissetmeyi bir de... Tek tek değil, bir ritüel halinde ama...

kürkçü dükkanı

Önyargı kötü şey. Söylemişti bana sen orada da mutlu olacak bir dünya yaratırsın diye. İhtimal vermemiştim. Ama oldu işte. Sanırım artık sözünü dinlemem gerektiğine ikna oluyorum :)

Bugün Kürkçü Han'da hissettim kendimi. Hep Kapalıçarşı-Tahtakale esnafına özenmemiş miydim? Allah'ın sevgili kulu olarak daha fazla karşılanamazdı heralde bu isteğim. Ooh, bir yandan da Türk kahvemi yudumladım... O kapalı ve karanlık kutuda 5 saat geçirdim hiç anlamadan ve hiç oflamadan. Sonra bak dedim kendime, hani nefes alamazdın?

Günün sözü: "İyilik bir çeşit propagandadır."

20 Aralık 2009 Pazar

külkedisi

20 Aralık 2009 Pazar

söz verdiğimiz gibi

Giderken birkaç maddelik bir liste bırakmıştı bencillikten çok uzak. Ben yokken yapılacaklar listesi. Ben neyden keyif alıyorsam o vardı içinde. Halbuki tam tersine hazırlamıştım kendimi. Anlayışla karşılanması gereken kötü bir psikolojide olmalıydı. Şimdilik değil, Allah bozmasın...

Cuma akşamı Ülkücüm'deydim. Buharda pişirilmiş Brüksel lahanası yapmış bana. Misafirlikte bile sağlıklı beslenmeye devam yani... Azıcık tarçınlı keki saymazsak... Ertesi gün teyzeme gidip annemin orada toplaşmış arkadaşlarının gönlünü aldım. Kimilerini görmeyeli yıl oluyordu. Onlar için ne kadar büyüsem de; masanın altına saklanmış, "Nese değil Nese Neseee"(o zaman ş'leri söyleyemiyordum, şimdi s'leri ;) ) diye bağıran kırmızı çizmeli huysuz kız olmam ne garip!

Akşam pijamalarımı giymiş televizyonun karşısında miskinlik yaparken telefon geldi, hemen hazırlan, Eylül'ü ara ve tangoya git diye. Emir büyük yerden! Elimiz mahkum hazırlanıp çıktık. O saatte Halkalı'dan Taksim'e gitmeye nasıl üşenmedim bilmiyorum. Ama iyi de oldu. Ben yokken yapılacaklar listesinin en baskın maddesiydi zira...

Sabah Ekim Bey'in artık pek de miniş olmayan ellerinden -itiraf ediyorum, boyumu geçmiş artık- turuncu Türk kahvesiyle uyandım güne. Yavrum, portakal suyunu ben Türk kahvesi seviyorum diye Türk kahvesi fincanında getirmiş :) Hayır, sıkmaya üşendiğinden küçük fincanda getirdiğini bir an bile aklımdan geçirmedim! Böylesi daha güzel :)

"Süreyya hocanın annesi teyze"den hayata dair öğütler alıp bir taraftan da muşmula yedikten sonra Aslu'mla buluştuk. Eğer buluşmaya 20dk kala telefonda konuşmaya başlarsan ve yanyana gelene kadar telefonu kapatmazsan buluşma anında ne demen gerektiği konusunda derin çelişkiler yaşayabiliyormuşsun :)

Bugün kar yağacak diyorlardı, neredeyse bütün gün incecik penyeyle dolaştım. Biraz melankolik davranıp "Edirne'de havalar nasıldır"ı yaşamaya çalışmış da olabilirim tabi :)

Eve dönüşte Taksim-Beylikdüzü arası 1 saatlik yolda hiç durmaksızın telefonda sevgilisiyle kavga eden bir kız vardı arkamda. Ben Küçük Prens'i 847. defa okurken arkamda dönen muhabbet çok ironik oldu. İnsanların parayı bir ölçü birimi olarak kullanmalarını sanırım ömrümün sonuna dek anlayamayacağım. Keşke arkamı dönüp o birkaç cümleyi okusaydım: "Büyükler sayılara bayılırlar. Yeni bir arkadaş edindiniz diyelim; onun hakkında hiçbir zaman asıl sormaları gerekenleri sormazlar. "Sesi nasıl?" demezler örneğin, ya da "Hangi oyunları sever? Kelebek koleksiyonu var mı?" diye sormazlar. Onun yerine. "Kaç yaşında?" derler. "Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?" Ancak bu sayılarla tanıyabileceklerini sanırlar arkadaşınızı."



Leylek leylek havada, yumurtası tavada olur mu dersin bu hafta da?

16 Aralık 2009 Çarşamba

sarmal

16 Aralık 2009 Çarşamba
Her DNA modeli gördüğümde aynı şekilde yutkunacak mıyım acaba?

14 Aralık 2009 Pazartesi

derin yeşil gözlü kız

14 Aralık 2009 Pazartesi
Merdivenlerden iniyordu. Derin yeşil gözleri, bembeyaz teni vardı. Pembe yanaklarının iki yanından mavi tülbenti sarkıyordu. Bir an göz göze geldik. Ürkekti bakışları. Hemen kaçırıverdi gözlerini. Yarı yaşımdaydı. O kadar çelimsizdi ki vücudu adımları bile paytaktı sanki. Gitti sahiplendiği makinesinin başına, sandalyesinin minderini düzeltti, yere değen eteklerini topladı ve oturdu. Oturduğu anda sanki on yaş birden büyüdü. Tıkır tıkır tıkır... O narin elleri inip kalkan iğnelerin arasında, adeta bir makineymişçesine işliyordu. Derin yeşil gözleriyle ellerinin her hareketini takip ediyordu. Yanlış yapmaya hakkı yoktu. Tıpkı kazandığı parayla o çok beğendiği pabuçları almaya hakkı olmadığı gibi. O sadece bir metaydı, kimse tarafından varlığı kabullenilmeyen. Üstelik o dört duvar bina içindeki yüzlerce metadan biriydi sadece.

Önce kendi çocuklarımı düşündüm. Zengini, fakiri; kültürlüsü, cahili vardı... Ama en azından bireylerdi. En azından bir adları vardı. Düşünceleri dinleniyordu...

Oysa derin yeşil gözlü kız herkes tarafından yok sayılıyordu. Muhtemel ki ruhuna aldığı yaralarla hiç bir zaman da var olamayacaktı. Milyonlarca yitik birey gibi...

İçimden bir şeyler koptu. Halime şükretmekle, onlar için bir şey yapamamaktan dolayı kendime küfretmek arasında kaldım. Sonra arkamı dönüp gitmek istedim. Gözlerimi yumunca o derin yeşil gözler yok olacak sanki...

Olmadı işte. Hala içimde o sızı. İnsanlığımı hatırlatan sızı...

fiyonklu yazı

Hayat akıp gidiyormuş meğer... Aslında biliyordum da, neresinden karışıp benim de onunla birlikte akmaya başlayacağımı kestiremiyordum galiba. Bir de hızlı akışı biraz gözümü korkutmuş olabilir... Bugün bir baktım, içine girivermişim! Ne mutlu, sonunda!

Güne masamda bulduğum bir zarfla başladım, üstünde Neşe Hanım'a yazan. İçinde bir kolye, bir mektup, bir de yemek menüsü. Ben mutlanmayım da kim mutlansın bu sevimli jest karşısında! :)

Sonra, kahve içtim mesela. Kahve içmek insanı mutlu eder mi? Edermiş! :)

Kendimi profesyonel anlamda iyi hissettiren üç şey daha oldu; değerimi anladım, değerimi gösterdim, değer kazandım.

Akşam spor çıkışı manav-market ikileminde kalıp pek tabii ki manavı tercih ettim.

+1 kg mandalina alabilir miyim?
-Başka bir isteğiniz var mı?
+1 tane de ananas alayım
-Yok, ananas veremem, ananaslar kötü.
+Hı, süs olarak mı koymuştunuz?
-Süs değil ama kötü oldular artık, yumuşadılar, vermeyeyim.
+ :) E, iyi bari...

Küçük esnafı tercih etmenin faydaları... Hala var böyle insanlar işte!

12 Aralık 2009 Cumartesi

gidiyorsun

12 Aralık 2009 Cumartesi
gidiyorsun
beni bana bırakıp
ayrılığa katlanıp

gidiyorsun
sen de benim gibi
ayrılığa katlanıp

artık bir derin sızıdır
bize bizden kalan
içimizde saklanan

artık bir ömür boyudur
seni bana çağıran
kalbimin kuruntusundan

gece yarıları
sokak lambaları
penceremde
meraklı rüzgar

okul çocukları
pürtelaş insanlar
hiçbir şey
olmamış gibi

oysa içimden kopan bir sen değilsin
umutlarım anılarım inançlarım var
kendine gülümseyen bir halim olsa da
için için akan gözyaşlarım var

(fikret kızılok)

6 Aralık 2009 Pazar

uykusuz her gece

6 Aralık 2009 Pazar
Uykusuz kaçıncı gün, bilmiyorum... İki gün üst üste spor, sağlam spor, üçüncü gün 18:30'dan sonra hiç üşenmeden Büyükçekmece'den Tuzla'ya gidiş (100 km). Eve sabaha karşı 4'te geliş, sabah 7'de kalkış... Dün klasik cumartesi kahvaltısı, ardından eski firmamın futbol final maçı... Arıdndan fasıl heyeti eşliğinde askere veda... Yine sabaha karşı 4'te uyu, 7:30'da uyan.. Bu sefer de yarı klasik pazar kahvaltısı... Şöyle tablet halinde alınamıyor mu şu uyku denen meret? Zira, uykusuzken saçmalama potansiyelim fena yükseliyor. Bu sefer saçmalamanın üstüne bedensel yorgunluk da eklendi, sporun etkisi midir bilinmez...

Şu anda öyle bir haldeyim ki, yatağa gitmeye üşendiğimden bilgisayarı kucağımdan bırakmıyorum.

Perşembe gece Burcu'larda süper bir oyun oynadık Trivial Pursuit diye. Meşhur bir oyunmuş sanırım ama ben bilmiyordum. Genel kültür - bilgi yarışması tadında bir şey. Sorular biraz dengesiz, aynı kartta "sevimli hayaletin adı nedir?" ve "kumanda kaç yılında icat edilmiştir?" gibi iki soruyla karşılaşmak mümkün. Yine de zevkli bir oyundu ve kızlar olarak kutu oyunlarındaki 518,767. zaferimizi kazanmayı başardık :) Haklarını yememek lazım, her zaman açık ara yenmeye alışık olduğumuz erkekler bu sefer sürekli bizden öndeydiler... Ama kazanmaları için yeterli olmadı bu.

TEGV'de bu dönem astronomi kulüp etkinliği açtım. Fakat katılan çocuk yokmuş... Bir iki hafta daha bekleyeceğiz, eğer katılım olmazsa buı dönem etkinlik açmamış olacağım... İki etkinlik fazla gelir diye düşler atölyesi de almadım bu dönem. Umarım katılım olur, çünkü çok eğlenceli bir etkinlik planı hazırladım ve uygulamada ne tür şeylerle karşılaşabileceğimi görmek istiyorum...

Dün fasılın olacağı mekanın iki kat altında tango gecesi vardı, tam önünden geçerken "günlerden yaz"ın çalması da hoş bir tesadüf oldu... Malesef sadece kafamı içeri uzatmakla yetinebildim..


Dip not: Evinde 5,5 aylığına 2 yaşında, çişini nereye yapacağını bilen bir golden retriever ağırlamak isteyen olursa ses ediversin. Yoksa yatağımın altında saklamak zorunda kalabilirim hayvancığı.

4 Aralık 2009 Cuma

ablacım yaş kaç?

4 Aralık 2009 Cuma
Eve gelirken markete uğrayıp mutfak alışverişi yapmak, eve gelip akşam yemeğini hazırlamak, yemekten sonra sabah kahvaltılıklarını da hazırlayıp dolaba koymak, sabah için ekmek yapmak, nevresim değiştirme, lavabo ovma gibi bilimum işler ve ardından kahveni alıp gramofon dinlemek... İçine babanne mi kaçtı acaba Neşecan?

clear

Böyle giderse gerçekten siyah giyememe takıntım oluşacak. Yıllarca aynı espriyi duymaktan mıdır bilmem, Neşe'nin kepek sorunu baş gösterdi ki, sormayın gitsin. Felaket, felaket!

1 Aralık 2009 Salı

dost eller

1 Aralık 2009 Salı
Böyle bir şey varmış. Ne güzelmiş...

niyet ettim

İnsanın niyeti olmayınca... Spora giderken spor pabuçlarını evde unutup eve geri de dönermiş :) Ama pes etmedim tabii ki. Sporumu yaptım, mutluyum :)

sportif

Teoride 2 hafta önce spora başladım, pratikteyse bugün başlıyorum. Hedef kilo bazında 5 ayda 10 kilo, şekil bazındaysa daha tatmin edici bir iyileşme. Ne bileyim baklava olur, üçgen olur, Allah ne verdiyse. Bugünkü akşam yemeğim bir kase corn flakes, bir mandalina, bir de calcium sandoz. 2 ay sonra 1,5 porsiyon tereyağlı iskendere dönerse utan kendinden diye yazıyorum Neşe. Hadi bakalım, göreyim seni!

28 Kasım 2009 Cumartesi

28 Kasım 2009 Cumartesi
Neden mi sustum? Çünkü yapacak uyumaktan daha iyi bir işim olmadığında, kelimelerim de anlamsızlaşıyor.

22 Kasım 2009 Pazar

gelme sakın

22 Kasım 2009 Pazar
Gelme sakın...
Korkuyorum.
Gelip de sokulma ruhuma,
Kokunu salma burnuma,
Biliyorum ki alışacağım sana,
Yok yok... Tutulacağım yeniden aşkına.
Sonra bir bakmışım ki gitmelerdesin yine,
Belki sebepli belki sebepsiz, ama gitmelerdesin.
Kalacağım bir başıma, tıpkı diğer dünler gibi.
Dünüm yok zaten.
Yine de gitmenle olmayan dünümü geri getireceksin.
Ölmüşle olmuşa çare yok diyenleri utandırırcasına.
İçimdeki tarifsiz aşkımı uykusundan uyandıracaksın hoyratça.
Sen istedin ya gelmeyi, uyandırman kolay tabi.
Bana sormayacaksın bile, çünkü biliyorsun uyanmaya nasıl da can attığımı.
Her şey ne güzel.
Ama... Yapma...
Korkuyorum.
Gelme sakın...
İncir ağacı alıştı sensizliğe,
Merdivenlerin kırkıncı basamağı,
Karşı camdan bakan Şükran abla,
Sana koşarak geldiğim ve son durak olan o köşe.
Denizin köpürdüğü ve dalgalarını vurduğu taşlar da.
Zira taşa her vuruşunda hep aynı şey...
Sensizlik...
Geceler boyu yürüdüğümüz o Arnavut kaldırımları ise aynı, biri üste biri altta, yine takılıyor ayaklarım her adımımda.
Her takılışımda sen varsın yanımda,
Hatırlar mısın ilk adımımda hep sendelerdim?
Hatta bir keresinde nasıl da yakalamıştın kolumdan, düşmemiştim.
Sarhoş olduğum gecelerde beni omuzlamana ne demeli. Gıkın çıkmazdı, taşırdın. Bilirdin sana olan aşkımı.
Yanımdayken bile nasıl da kıyamadığımı.
Değil benden çok ama çok uzakken...
Her şey ne güzel
Ama... Yapma...
Korkuyorum.
Gelme sakın...
O gözlerin yine bakacak, yine yakacak her yanımı.
Unutacağım sensiz geçen o siyah günleri, sanki hiç yaşanmamış gibi.
Bununla yetinmeyecek, bir de saracaksın kollarınla beni.
Sıcaklığın alacak beni ele.
Söyle bakalım, sen olsaydın benim yerimde?
Neler geçerdi kalbinden?
Yine yetinmeyeceksin, yakalandı ya beni.
Elini elime kilitleyecek ve sımsıkı tutacaksın, parmakların parmaklarıma dolanacak.
Elimden koluma doğru uzanan uyuşma, vücudumun tüm ilikleriyle dansa başlayacak.
Beynime geldiğinde ise tüm teslimiyetim sana olacak.
Biliyorsun bunları,
Her şey ne güzel.
Ama... Yapma...
Korkuyorum.
Gelme sakın...
Hayallere ara vermiştim sensizken.
Nasıl hayal kurabilirdim ki?
Her zerresinde sen varken,
Yazılara beyaz mendil sallamıştım.
Nasıl sallamazdım ki?
Her noktadan sonra baş harf senken.
Virgüllere sığınmış aşkın bana bakarken.
Cümleleri kuramayıp, onlar beni kurarken.
Alıştım nasıl olsa bu hayata.
Sen hiç olmamışsın gibi davranmaya.
Güzelliğini düşünmüyorum.
Beni çok ama çok sevdiğini ise hiç aklıma getirmiyorum bile.
Çok iyi biliyorsun ki, tüm bunları düşünürsem koşarım yanına.
Her şey ne güzel.
Ama... Yapma...
Korkuyorum.
Gelme sakın...
Olur ya, yine gitmek istersin.
Bu sefer beni hiç ama hiç düşünmez;
Sıkıldım,
Yorgunum,
Yılgınım,
Sevmek istemiyorum artık seni.
Dersin, belki de...
Belki;
Yeni bir hayat beni bekliyor, sen eskidin,
Zaman ver bana,
Kendimi dinleyeyim,
Ne bileyim,
Şu, bu... dersin.
O zaman, gözlerimden akan yaşı silecek misin?
Kalbimin inlemelerine kulak verecek misin?
Özlemlerimi sahiplenecek misin?
Bilemiyorum...
Haydi ben kuruntuya kapıldım,
Belki de;
Geceleri ettiğim dualarıma ortak olursun,
Aldığım nefesime, nefesini katarsın,
Dudaklarımdan çıkan “hep sen” lere “evet, hep sen” i bağlarsın,
“Son durağımsın” dediğimde, “devam kaptan, inecek yok” dersin,
Yeryüzünde cennetin varlığını anlatan o gözlerinle hep bana bakıp sonsuz aşkı sunarsın, delicesine.
Her şey bir yana;
Allah'ın bana bir armağanı olan sen,
Beni ömrüme ömür katacak kadar sonsuza değin seversin, ha...?
Sakın bu filmin sonu böyle bitmesin...?
O zaman...
Gerçekten her şey güzel,
Ama’ sı yok... Yap
Korkmuyorum
Gel o zaman,
Ne olur gel,
Hem de hemen,
Haydi... Koş...

dikkatli ol, ayağın takılmasın koşarken...

ebru yaşar seçen
2005

21 Kasım 2009 Cumartesi

tembel

21 Kasım 2009 Cumartesi
O kadar tembelleştim ki, kendimi anlatmaya üşeniyorum. Ben susayım, hadi en kötü ihtimalle iki kelam edeyim, karşımdaki anlasın istiyorum her şeyi. Ya da ben cümlemi yanlış da kursam, içimdekileri biliversin. Böyle zamanlarda Elif'i çok özlüyorum...

15 Kasım 2009 Pazar

nnn

15 Kasım 2009 Pazar
Dün fark ettim ki, büyümüşüm. Bir cumartesi öğlen vakti terziye kumaş pantolon bırakıp, kahve içerken dergi okumak, arada başını kaldırıp okuduğun heyecan verici şeyleri karşındakine anlatmak... Yazınca öyle olmadı ama yaşarken büyümüş hissettirdi neden bilmem...

Bir cumartesi öğleden sonrası kızlarla buluşup kahve içmek, fal bakmak, havadan sudan konuşmak.. Değil ama, hepsinin yanında artık biraz da işten konuşmak belki...

Ayaklardaki spor ayakkabıların bir önceki gün topuklu çıtı pıtı ayakkabılar olması ya da...

Bundan 12 sene önce, o kırmızı kalemle oynarken bir gün meslektaş olacağımız aklınıza gelir miydi Nilüş Hanım? Ya da Van Hooijdonk sakatmış derken bile biliyor muyduk bunu sayın Nimi?

sorun şu ki

sana güvenmeyen biri sadakatini hak eder mi?

12 Kasım 2009 Perşembe

saka

12 Kasım 2009 Perşembe
Alelade bir ağaçta kıyasıya ötüyor bir saka
Ben aşağıda, o yukarıda
Durdum birden
Gelip geçenler korktu
Zannettiler bu adam deli
Hayır
Mesele sakanın delisi olmak, dedim içimden
Mesele onun dilinden anlamak
Meramını dinlemek

Biraz daha yaklaştım ağaca
Kısık sesle sordum sakaya
Benim hikâyemi dinler misin?
Dedi, hay hay
Sevindim
Ama dedi
Benim gibi şakıyıp,
Benim gibi daldan dala konacaksan
Dinlerim can kulağıyla o zaman
Dedim
Şakıyamam, yazarım
Uçamam, ayaklarım prangalı
Dinlemez misin yine de
Tereddütsüz
İsterdim
Ama
dedi
Bir yandan dilin suskun
Diğer yandan ayakların tutuklu
Oysa
Bana şarkılar gerek
Söylenmemiş
Bana kanatlar gerek
Gidilmemiş masallara
Neyleyim ben böyle yarenliği
ve
Uçtu…

neyleyim böyle hayatı…

ebru yaşar seçen 2009
kış

görmesem olmaz

Yol boyunca La Fontaine'li şarkıdan coğrafya, din kültürü ve bilimum derslerin bileşkesi olan o garip şarkıya kadar mecburen ezberlediğim bi' dünya guptirik şarkının üstüne bugün tanıdık bir ses geldi, kulaklarımın pasını sildi. Sonbahar sonbahar bu ne neşeli şarkı yahu? Bu adam bunu hep yapıyor gerçi... Sözlerini de yazayım tam olsun, burası da sözlük olsun...

çok özledim halimi anla
bu uzaklar bana hiç uymaz
sensiz sanki dönmüyor dünya
seni bugün görmesem olmaz

görmesem olmaz, kalbime uymaz
seni bugün gözlerime sürmesem olmaz
olur mu olmaz, kalbime uymaz
seni bugün görmesem olmaz

belki yarın bir bahar vakti
açılacak pembeler morlar
ben yarını neyleyim sanki
seni bugün öpmesem olmaz

görmesem olmaz, kalbime uymaz
seni bugün gözlerime sürmesem olmaz
olur mu olmaz, kalbime uymaz
seni bugün öpmesem olmaz

uzun günler ne kadar mahsun
mahsun günler ne kadar uzun
yarına sağ kalabilmem için
seni bugün öpmesem olmaz

görmesem olmaz, kalbime uymaz
seni bugün görmesem olmaz
olur mu olmaz, kalbime uymaz
seni bugün görmesem olmaz

(fatih erkoç & yıldız usmanova)

11 Kasım 2009 Çarşamba

cumartesi

11 Kasım 2009 Çarşamba
Mükellef kahvaltı sofrası. Kavut? Süper. Bal ve tereyağı. Olmazsa olmaz. Uzuun uzun çay keyfi. Fazla da uzamasın ki gün geçip gitmesin. Hadi düşelim yollara. Nereye? Bilmem ki... Bakarız yolda. Tren? Hadi inelim... Cankurtaran mı, Sirkeci mi? Bilmem ki. Aa Cankurtaran'ı geçmişiz. Olsun, Sirkeci iyidir. Hmm karar ver bakalım Çiçek Pazarı mı Hacı Bekir lokumu mu? Lokum! Aa dur önce şurdan fırça alalım. Hı tanıdık mı? Aa starfest'te de karşılaşmıştık. Ne aldınız? Spiderman etiketi, siz? Fırça. İyiymiş. İyiymiş :) Hadi şimdi lokum. Lokum mu akide şekeri mi? Sevmem, ama renkleri çok güzel.. Mmh süpermiş bu lokum, bi' türk kahvesi eksik. Bak benim çocuk doktorum. Döner, portakal suyu... Abi, yapmayacaktınız, buraya gelecektiniz. Abi siz çok aç görünüyorsunuz, buyrun :) Kivili otacı da var mıdır? Bi' senedir üretilmiyor mu :( Hadi lokuma yaver bulalım. Sultanahmet? Hadi.. Aa Özlem de buradaydı. Açmıyor, dur Martin'i arayalım. O da yok.. Hah nerdesiniz? Tamam 5 dk sonra Ayasofya'nın önünde. Ne fasıl mı? Cumhuriyet meyhanesi. Tamam orada buluşuruz. Tünel... İlk defa... Ne güzel müzik, dinleyelim hadi. Kara Güneş. Santur ne güzel. Hadi cd'sini alalım. Çok güzel. Fısıltı, mutluluk. Gençler dağılın. Lanet. Neyse, keyfimize bakalım. Rezervasyon yok mu? Almanya numarası. Tamam o zaman. Fasıl? Evet, fasıl. Alle man aus. Almanlar dışarı. Keyif.. Hanimiş? Mutluluk...

9 Kasım 2009 Pazartesi

9 Kasım 2009 Pazartesi

4 Kasım 2009 Çarşamba

rüzgarda kalmış

4 Kasım 2009 Çarşamba
Halimi sordu, cevabını kendisi vermişti zaten. Dedim ki "bir kabullenmişliğe gidiş var sanki". Sakın ha dedi. Sonra dedi ki:

"içindeki fırtınaları elbet sen bilirsin
hatta rüzgârları da
şunu bil ki her zaman ama her zaman rüzgârdan kork
fırtınadan bir an olsun bile çekinme
zira rüzgâr tatlı tatlı eserken, anlamazsın ve bir de bakmışsın ki içine kadar işlemiş
bundan gayrı söküp atamazsın o illeti içinden
fırtına ise serseridir, gelir ve geçer
sadece o an üşütür ya da acıtır, o kadar
şimdi diyeceksin ki, ne alâka?
kısacası kızçem, aklından, gönlünden geçenleri sadece sen bilirsin
ve sadece sen ayıklayabilirsin, çeri çöpü
insan bazen kopmak ister
tıpkı bizim burgaz adası'nda olduğumuz gibi
bazen senin yaptığın gibi kısa süreli kaçışlar yapar insan
bu pes etme değil ki
özgürlüğün hası bu
kimse senin özgürlüğüne el ve dil uzatamaz
yeter ki sen sıkı dur
bak, tekrar başladın
bıraktığın yerden, tertemiz ve bembeyazca
nefis bir yol var önünde
ara sıra düşüşler, kafa göz yarılmaları korkutmasın
esas sendelemeden yürürsen sorgula kendini
çünkü büyük sorunların habercisidir düşmeden yürümek"

O kadar güzel dizmiş ki kelimeleri hizaya, yeni cümleler yapmaya kıyamadım.
Bütün gün söylediklerini düşündüm, bunları tekrarladım içimden.

Bazen hayat gerçeklikten uzaklaşıp film sahnesine dönüşüyor. Birileri rol çalıyor. İnsanı film izlerken gülümseten şeyler, filmin içindeyken beyninden vuruyor. Tek el silah sesi duyuluyor, sonrası şuursuzluk. Fırtına kopsaydı, neyle savaştığımı bilirdim. Şimdiyse bir rüzgar sürüklüyor, nereye bilinmez. Geri dönüp baktığımda bir arpa boyu yol gitmiş olmayı dilerdim, ama ben geçtiğim yolların izini kaybettim. Halbuki en sevdiğim hikayeydi o mısır taneleri bırakılarak aşılan ormanın olduğu... Hiç mi öğrenmemişim?

Ne o? Sonbahar mı geldi yoksa? Tamam o zaman, ondandır bu hissiyat... Geçer tez zamanda...

1 Kasım 2009 Pazar

1 Kasım 2009 Pazar
Blog, yokluğumda neler yaptın dersen...

İki katılımcılı bir tatlı yarışmasına katılıp sonuncu oldum :) İki katılımcılı yarışmalarda sonuncu olup üstüne ikincilik kupası almaya alışkın bir bünyeyim neticede :)
Turta yapmaya çalışıp, beceremeyip hem tadı hem görüntüsü kötü bir turta elde edince, kabarmaması gerekirken kabaran bir turtayı adam edebilmek için fazlalıklarını kesip uydurma yöntemiyle yapılan pasta birinciliği aldı :)

Bir televizyon izleme denemesini daha başarısızlıkla sonuçlandırdım. Sana bir sır vereyim blog televizyon izlemiyorum demem öyle cool, havalı olmamdan filan ileri gelmiyor, tamamen ne zaman karşısına geçsem uyuyakalmamla alakalı...

Ve son zamanların en akıllıca hareketi... Büyükçekmece'den Tuzla'ya kahvaltıya gitmek! Evet, evet tam 100 km! Allah'tan uyku sersemi kendimi yola attım, sorgulamaya kalksam göze alamazdım heralde :) Bir de yolculuk esnasında çok "komplike" düşünmemem gerektiğini algıladım, yoksa yola çıktığımla kalmam an meselesiymiş..

Akşamındaysa Ahmet amcayı nihayet everdik...

Bugün alarmı kurmadım nasıl olsa acelem yok, biraz keyif yapayım diye... Benim gibi sıkıntılı bir insana keyif ne gerek! Bütün gece 10 dakikada bir uyanır mı insan geç kalma korkusuyla! En sonunda saatimi 10:30'a kurdum da uyanma periyodum azaldı. Yine de pek tabii ki alarma gerek olmadan ayaktaydım... Uyku sorunumun nedeni de stres, sıkıntı vs değil, tamamen geç kalma korkusuyla alakalı... Hiçbir şeye değilse bile hayata!

Vakıfta etkinliğe 10 dk kala öğrendim ki bu hafta etkinlikte yalnızım. Tarık Bey'e gerek yok, hallederim diye artistlik yapsam da iyi ki yardıma geldi. Yoksa yetemeyebilirdim...

Evet, günün en acıklı diyaloğu geliyor:

+Neşe abla, sen kaç yaşındasın?
-Kaç gösteriyorum?
+30!
-?!!?!? 30 mu? 30 kaç sen biliyor musun?! vıdıvıdı bıdıbıdı!...
+27 mi?!
-Böhüühhüüüü!! :...(

Un-tuz seramiği, renkli eller, yaratıcı çocuklar...

Ve burası da Nilüş Hanım'a geliyor; vakıf çıkışında Minnoş Hanım'a gittim, nasıl olsa onu GS maçı varken dışarı çıkarmak imkansız, hem ben de biraz Emoş'un lezzetli yemeklerinden yerim dedim... Bir de ya tutarsa diye Burcu Hanım'a haber verdim, e o da tuttu, süper oldu :)

Laf lafı açtı ve Minnoş Hanım'ın yanında büyük düşünür kesilen Neşe dedi ki, "Aşk aslında oriental bir his" Yaz bunu bir kenara Nimi!

Daldan dala atladıysam affola blogcan. Toparlayıp yazarım deyince hiç yazılmıyor zira...

28 Ekim 2009 Çarşamba

karabaş & sincap

28 Ekim 2009 Çarşamba
Eve gelirken aklıma Karabaş ile Sincap geldi... Eskiden evin bahçesindeydiler. Sonra "çevre düzenlenince" kayboldular... Karabaş uysal bir dişi köpekti. Bütün gün yatsın uyusun... Sincapsa saldırgan gibi duran ama asla saldırmayan ürkek bir erkekti. Okşamaya kalkınca öyle bir korkardı ki, sincap gibi sekmeye başlardı. Kimler nasıl korkuttuysa hayvancığı...
Sahi şimdi nerdeler acaba? Sokaklarda mı, hayvan barınağında mı? Yoksa artık yaşamıyor olabilirler mi? İnşallah öyle değildir yahu. Hatta yarın birden önüme çıkıverseler de biraz oynasak... Bak bu aralar bana kıyak geçiyordun unutma, bu küçücük istek de gerçekleşir belki :)

27 Ekim 2009 Salı

dile benden ne dilersen

27 Ekim 2009 Salı
Bir film vardı, adını hatırlamıyorum şimdi. Adam banyoda saç kurutma makinesinden çarpılınca insanların düşüncelerini duyabilmeye başlıyordu... Oldum olası, çoğu insanda da olduğunu tahmin ettiğim bu korkuya sahibim. Ya diğer insanlar benim düşüncelerimi okuyabiliyorsa!.. :)
Aslında bu demek olurdu ki dünya benim için yaratılmış ve bütün insanlık bana karşı birlik olmuş. Yani ben bu kadar değerliyim. E öyle bi'şey de olmadığına göre... diyerek çabucak çürütürüm bu tezimi ne zaman aklıma gelse...

Ama son zamanlarda öyle şeyler oluyor ki... Düzeltiyorum, öyle iyi şeyler oluyor ki...

Bir kere hayatta çok istediğim küçük büyük ne varsa sırayla oluveriyor... Kimileri çok önemsiz ve mucizevi olmayan şeyler... Ama yine de mutlu ediyor işte...

Ne zamandır büyük bir dünya haritam olsun isterdim duvarımda. Çok zor mu, git bi kitapçıdan al işte... Ama her ay aldığım derginin bu ayki hediyesi olunca... Hediye işte adı üstünde :) Doğum günümde de yine çok çok istediğim gramofon hediye gelince... O da pek tabii ki kendi kendime alabileceğim bir şeydi ama... İşte sanki hayatın bir lütfu gibi oluyor.

Mesela bugün bir e-posta aldım birinden. Henüz tanımadığım ve resmi olarak yazıştığım birinden. Biraz sivri bir üslup vardı. Bozuldum. 5 dk sonra telefonum çaldı. Neşe müsait misin biraz konuşalım mı diye... Dedim ya henüz tanımadığım biri diye, telefondaki kendini tanıtmayan sesi de tanımamıştım ama olur dedim. O sivri dilli kişi geldi. Üslubum biraz sert miydi, özür dilerim eğer öyleyse diye girdi konuya. Hiç yapmayabilirdi, ama yaptı.

Beni üzen demeyeyim de, buran şeyler bile böyle anında düzelince... İstediğim her şey kolayca oluverince... Zannediyorum ki bir masalı yaşıyorum.

Giderek artan kilomla şişman insanların mutluluk hastalığına mı yakalandım acaba :) Ama hayat bu aralar bana acayip kıyak geçiyor be blog...

Ya da ben küçücük dünyamda, küçücük şeylerle mutlu olmayı iyi beceriyorum belki de ;)

26 Ekim 2009 Pazartesi

balıkadam

26 Ekim 2009 Pazartesi
Yıllardır, hem de gerçek manasıyla yıllar, yani 10 yıldır istediğim, ha bugün ha yarın dediğim bir şeydi scuba. Bazen zaman olmadı, bazen fırsat olmadı, bazen kulüp olmadı, bazen de para olmadı. Neticede 10 yıl sarktı. Şimdiye belki çoktan sıkıldığım bir zevkim daha olabilirdi bu ya da eğitmen mertebesine gelmiş olabilirdim. Ama keşke dememek gibi bir takıntım var ya, yine demiyorum pek tabii ki... Doğru zaman bu zamanmış. Acele etmeden, koşturmadan...

Hafta sonu sonunda farklı bir ortamda nefes alıp verdim... Suyun 18mt altında.. Balıklarla birlikte yüzdüm, yukarı baktığımda güneş ışınlarının suda oynaşmasını gördüm. Deniz yıldızlarını elime aldım, parlak renkleri karşısında hayret ettim. Ahtapotlar, deniz kestaneleri, karagözler, mığrılar...

Hani bir şeyi çok isteyip de elde edemeyince "Leyla"ya döner ya o senin için... Bi'gün gelip de kavuştuğunda beklediğin gerçeğinden çok uzaklaşmış olur... Bunda da öyle olacak diye korkum vardı, olmadı. Beklediğime değmiş dedim.

Bir de yıllardır çalışmayan burnumdan ötürü kulak eşitleyememe korkum. O da olmadı. Hatta iki gündür burnum randımanlı olarak çalışıyor, hayretler içersindeyim :)

Geçmiş olsun diyorlar tecrübeliler... Kötü bir hastalığa yakalanmışım... Artık sık sık krizlere girecekmişim... Sezonu da kapattık, baharı iple çekmek için bir neden daha işte...

Mutluyum be blog!

23 Ekim 2009 Cuma

nihayet

23 Ekim 2009 Cuma
Hoşgeldin evimin başköşesine...

iyi ki

Yansımalar çaldı, kendimizden geçtik. Yansımalar çaldı, Şevval Sam söyledi, büyülendik. Üstelik sanki repertuar bizim için hazırlanmış gibiydi. Kapatınca gözlerimizi, sanki o koca salonda kimsecik yokmuş, hatta o koca salonda yokmuş gibi... Dünya üzerinde bir biz varmışız da, onlar da sırf biz huzur bulalım diye söylüyormuş gibi... Dünya bizim etrafımızda dönüyor gibi... O kadar güzeldi ki....

Bir de masallar doğurmayı, tesadüflerle yaşamayı seven bir bünyem var ya hani... Yine açığa çıkmasa olmazdı. Bilgisayarı açmasaydım, Selçuk'un fotoğrafını görmeseydim, yorum yapmasaydım, enteresan bir şekilde orada çalan müzikten yakınmasaydı, orada başka müzikler de olabileceğini söylemek yerine detaylı bir şekilde bilgi vermek istemeseydim, monitörden gözlerimi 5 saniyeliğine ayırmış olsaydım, ya da bir gün sonra olsaydı tüm bunlar.... Bu güzelliği kaçıracaktık...

İyi ki...

17 Ekim 2009 Cumartesi

kemanist

17 Ekim 2009 Cumartesi
Ne güzel bi' gündü... N'aptın dersen blog, gülmekten başka pek bi'şey hatırlamıyorum. Yerli yersiz, gerekli gereksiz mütemadiyen güldüm/kahkaha attım/sırıttım. Arada devreler yanıyor böyle :)

Sabah Kağan Bey ile kahvaltıyı müteakip Hande Hanım, Alp Bey ve Eylül Hanım'ın yanına gittik. Maçka'da eski okuluma nazır kafeye... Uydurdum, sabah değildi yahu, yanlarına gittiğimizde 4 olmuştu saat. Gider gitmez Eylül'ün beline gelen saçlarının Rapunzel'e benzeyişinden ötürü kaçınılmaz olarak Elizabeth muhabbeti döndü. Bi'kere devreler yanınca da battı balık yan gider hesabı batıldıkça batıldı. Sonra Serkan Bey de geldi, tam oldu. Her zamanki gibi buluşma saatinden 3 ila 4 saat sonra iştirak edebildi ama olsun, biz onu böyle de seviyoruz :) (okumayacağını bilsem başka şeyler söylerdim de :) ) Hava serinleyince mekan değiştirmeye karar verdik ve Taksim'e geçtik yemek yemeye. Yemeğin ardından Hande ve Alp gitti, Elif geldi. Ben Tabu diye tutturunca Tabu oynadık... Gruplar Eylül-Neşe; Elif-Kağan-Serkan... Eylül ve benim aynı grupta olmamız derin endişeler yaratsa da kazasız belasız tamamlandı bu seferki oyun :) Şunları saymazsak;

-Yaylı bir saz
+Keman
-Keman nesi olur
+Yayı!
-?!?! :)))
-Keman çalan insana ne denir?
+Kemanist!
-?!?!?!?!!! Pas!!!

+4 tekerlekli vasıta
-Araba
+Tamam, arabanın nesi olur?
-Tekerleği

Çok yaratıcıyız yahu :)

Bugün Eylül'de kalamamam içime dert oldu bi' de... En yakın zamanda Eylül Hanım yakın korumaya alına!

Çok uykum var şimdi blog... Yarın erken kalkmam lazım...

15 Ekim 2009 Perşembe

semiramis

15 Ekim 2009 Perşembe
Yine bi'şey gelmiş uzak diyarlı komşularımızdan.. Ne olduğunu tam olarak idrak edemedim. Görünüş itibarıyle pestile benziyor ama kraker gibi, kırılgan... Yanına da badem.. Ooh mis.. Oturduğum yerden semirmece...

14 Ekim 2009 Çarşamba

mesela

14 Ekim 2009 Çarşamba
Çamlarda şafak rengi gibi gönlüme akdın
Bir nûr-i nigâhınla benim ruhumu yakdın
Lâkin güzelim söyle niçin benden uzakdın
Bir nûr-i nigâhınla benim ruhumu yakdın

(beste: Yesari Asım Arsoy, güfte: İlhan Bey)

Münip Utandı söylesin, ben sabaha kadar boyayayım...

...olmaz mı?

oyunun sonu

İnsan bazen hiç ihtiyacı olmadığı halde, insan olmanın zayıflığıyla, birilerinden onay, destek, güven bekliyor. Tabi beklenti içinde olmayı sürdürdüğüne göre, demek ki beklentileri karşılanmıyor. O zaman da iş biraz inada biniyor. O bekliyor, karşısındaki duymazdan geliyor. O, işi yüzsüzlüğe vurup imalarda bulunuyor, karşısındaki duymak istediklerini söylemiyor... Eğer kişi hayatla dalga geçmeyi birazcık öğrenebildiyse, bu inat oyunundan keyif alıyor. Blöfünü gördüm diyebiliyor o vakit. Sıkıştırdıkça sıkıştırıyor. Hani karşısındaki "tamam, anladım hatamı, arkandayım" dese, alacağı cevap belli "ihtiyacım yok, sadece eğleniyordum, ben sensiz -de bile değil- varım". Ama işte, sorumluluklardan kaçarken insan, her şeye gözü kapalı olduğu gibi bu oyunlara da gözü kapalı oluyor. Yazık, kendi kendine üzüntü yapıyor. Gerçi gamsız insanın üzüntüsü mü daha hüzünlüdür, gamlı baykuşun sevinci mi, orası da muallak ya... Heyhat, yaşıyoruz oyunlarda...

anne, seni seviyorum :)

+Neşe, bu muydu istediğin? Memnun musun halinden? Hani google'daki gibi, "bunu mu demek istemiştiniz"
- ?!?!?! :))))))))))

Bu kadar teknolocik bir anne bana fazla yahu :)

12 Ekim 2009 Pazartesi

düşler atölyesi

12 Ekim 2009 Pazartesi
TEGV'de dönemin iki haftasını geride bıraktık. Geçen dönemki etkinliğimde, etkinliğin amacı gereği, çocuklar sürekli bir şeyleri sorgulamama yol açıyorlardı, hayatın çok farklı gerçeklerini fark etmemi sağlıyorlardı. Bu dönemki etkinliğimiz, Nokia'nın sponsorluğunda gerçekleşen Düşler Atölyesi, daha farklı bir kulvarda. Çocuklarda sanata karşı ilgi uyandırmayı amaçlıyor. Bunu yaparken de hiçbir malzemenin olmadığı yerlerde bile sanat çalışmalarının yapılabileceğini gerçeğini vurguluyor.
Örneğin bu hafta çocuklarla bahçeden topladığımız çalı çırpı, dalından kopmuş yaprak-çiçek, meşe palamudu, taş, atık malzemelerle rölyef çalışması yaptık. İstanbul'un göbeğinde bu tür bir çalışma çok şey ifade etmeyebilir -ki asla öyle değil- ama Türkiye'nin her yerinde çocuklar bizim burada sahip olduğumuz imkanlara sahip olamıyor. Dolayısıyla bu tür doğal malzemelerle yapılabilecek çalışmalar oralarda daha büyük önem kazanıyor.
İlerleyen haftalarda belki tekrar yazarım sanat eseri ortaya çıkarabileceğini düşünmediğimiz nice malzemeyle ne kadar keyifli çalışmalar yapılabildiğini...

ahlaksız

Blogçe, geçen gün minibüste çok ahlaksız bir teklif aldım. Minibüs sıkış tepişti vefakat bir sonraki minibüsü bekleyecek saat değildi. Velhasılı bindim. Biraz ilerde elinde market poşetleriyle orta yaş üzeri bir bayan bindi. Bana dönerek "Cebimden para uzatır mısınız?" dedi. Önce algılayamadım haliyle. İdrak edince "Acele etmeyin, araç boşalınca verirsiniz" dedim. "Ay yok sonra laf ediyorlar" deyince, üzerindeki bol sweatshirtün cebine soktum elimi. Ahlaksız teklif işte o anda geldi. "Onun değil, pantolonumun cebinde!" Hanım kişinin üstünde daracık bir pantolon... O kadar dardı ki, elim cebe zor girdi. Üstüne bir de o cepte 4 adet bozuk para aradım :) Zaman kötü blog, umumi alanlarda bile ahlaksız tekliflere uğramak olası. Aman dikkat :)

11 Ekim 2009 Pazar

zerdaliler

11 Ekim 2009 Pazar
Ay nerde doğsa oradaydık
Dallarda zerdali çiçekler
Savrulup gider rüzgar esince
Bütün bir bahar böyle geçti

Anlardım aklından geçenleri
Sustukça konuştuk sanki
Sevdaymış meğer o içimizde
Yıllardır uyuyan deli
Sessizlik sensin geceleri

Fincana kahve koydum gel
Bugün şeytana uydum gel
Ay doğdu dağın üstünden aman aman
Dallarda beyaz çiçekler

Dağıldım gecenin karasına
Artık kimse kıramaz beni
O kül gibi deniz o sessiz kız
Kayıp bir sandala binip gitti

Ne sen söyledin derdini
Ne ben sevdiğime inandım
Unut geçen eski günleri
Bunca yıl sonra nasılsın

(ezginin günlüğü)
Ninni niyetine yan flüt dinleyerek uyumak istiyorum. Dinlemek derken, canlı canlı dinlemek... Ben uzanırken biri ayak ucuma oturup çalsın... Dışarıdan sızan bir ışık olsun, duvarda gölgeler titresin. Ben gözlerimi kapayayım ve huzur bulayım.

nimi'den inciler

Sene 2002... Enerjimizi tamamen iğrenç esprilere, sınıfça hocaları da dahil ettiğimiz eğlencelere, ve edebiyata verdiğimiz yıllar... Ve işte Fen-E edebiyatından seçmeler :)

Çalışırsın geometri
Bu Neşe pek bir dertli
Seni ağlatan yar mı?
İbo burda her şey var mı?
- - - - -
Hey hey bakar mısın?
Pişmiş aşa su katar mısın?
Bir bakış atıp kalbimi yakar mısın?
Afedersin ama sen gevizekalı mısın? (*)
- - - - -
Bir kedim var adı tıkır
İçiyor sütünü lıkır lıkır
Neşe dayanamıyor bir müzik duyunca
Oynamaya başlıyor fıkır fıkır

(*) Unutulmaz Aliço repliği. Hocalarımız hakaret ederken bile ne kadar kibardılar. Afedersin demeden asla kötü söz söylemezlerdi :)

8 Ekim 2009 Perşembe

arbeit macht frei

8 Ekim 2009 Perşembe

4 Ekim 2009 Pazar

nimi

4 Ekim 2009 Pazar
Blog bazı insanlar tarafından fazla ciddiye alınıyormuşum meğer. Vaktini bile hatırlamadığım bir zamanda söylediğim "If you don't risk anything, you risk even more" lafı için insan telefonunu lazer markalamanın altına koyar mı? Nimi koyar :)

Eski defterler açıldı da, vakti zamanında güzel şeyler söylüyormuşum be blog. Mesela demişim ki "Sana kötülük yapan bir insana kötülükle karşılık verirsen iyi bir insan olduğunu nasıl iddia edebilirsin?" Bu güzel tavsiye cümlelerinin tekrar yanıma uğramasını diliyorum...

3 Ekim 2009 Cumartesi

dünya mutfağı

3 Ekim 2009 Cumartesi
Sabah yatakta miskinlik yaparken kapı çaldı. Vanlı komşumuz Nuriye abla sıcak sıcak murtağa getirmiş. Murtağa van gezimizde tanıştığım bir lezzetti. Aslında orada benim en sevdiğim şey bal kaymaktan sonra kavut olmuştu ama onun için Van'dan süt buğdayı gelmesini bekliyoruz.

Murtağayı görünce bütün miskinliğimi bir kenara bırakıp hemen çayı koydum. Soğumadan güzel bir kahvaltı hazırlamak için kolları sıvadım. Teyzem kalktığında bol çeşitli kahvaltı soframız hazırdı. Üstelik kasımpatlarımız bile vardı.

Kahvaltı ederken fark ettim ki Türkiye'nin ve dünyanın çeşitli yerlerinden lezzetlerle donatılmıştı soframız. Neredeyse sofradaki her şey için teyzecim bak bu burdan, şu kişi getirdi derken buldum kendimi. Bir komşunun Erzincan'dan getirdiği tulum peyniri, diğerinin Malatya'dan getirdiği böğürtlenle annemin yaptığı reçel, Vanlı komşudan murtağa, Altınoluk'tan zeytinyağı ve yeşil zeytin, Almanya'dan fesleğenli ve sarımsaklı peynir, Hatay'dan Güney'in getirdiği zahter...

Teyzem en sonunda dayanamayıp e çevrenizdekiler olmasa aç kalacaksınız o zaman dedi :) Kahvemizi içerken farkında olmadan lokumun da Safranbolu'dan olduğunu söyleyince ikimiz de çok güldük.

Her gün kapının çalınıp birilerinden bir iki tabak gelmesine alışığım da, bu kadar üst üste gelince fark edebildim ki bizim mutfak alışverişi yapmamıza hiç gerek yokmuş. Eş dost sağ olsun :)

2 Ekim 2009 Cuma

burgaz

2 Ekim 2009 Cuma
Ebru abimle Burgaz Adası'na gittik bugün. Kabataş'ta buluşacaktık. Yanlışlıkla da olsa yarım saat erken gidip tarihi yarımadaya karşı çay keyfi yaptım, iyi ki... Ve dedim ki:

Bu şehr-i Sitanbul ki bî misl ü behâdır
Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır
(Nedim)

Hep derdim ve zannederdim ki sevdiklerim yanımda olduktan sonra her yerde yaşarım. Bugün İstanbul'un da başlı başına bir "sevdiğim" olduğunu fark ettim. Ve öyle büyük sözler söylememeye karar verdim.

Derken Ebru abim geldi ve vapur yolculuğu boyunca hiç susmadan adaya doğru seyirttik. Ne kadar özlediysek birbirimizi ve ne kadar dolduysak...

Burgaz Adası'na ilk gidişim. Daha adım attığında çok farklı olduğunu hissettim. Burnumun dibindeki bu güzelliği daha önce fark edemediğim için biraz da üzüldüm. Hemen faytonla Kalpazankaya'ya gittik.

Anlattıkça anlattık. İçimizi döktükçe toparlandık. Sık sık ah ne iyi ettik de geldik kızçem dedi, ne iyi ettik Ebru abim dedim. Çok güzel tespitler çıktı arada, çok güzel laflar... Hikayeler, denemeler daha bir anlam kazandı. Taşlar yerli yerine oturdu.

Adaya gidince mecbur vapur saatine bağımlı oluyorsun. Vapura 1,5 saat kala biraz da sahilde keyif yapmak için aşağı indik. İç geçire geçire yürüdüğümüz sokaklardan, güzelim evlerin arasından...

Sahile indiğimizde Yorgo yolumuzu kesti ve zorla çay ikram etti bize. Altındaki anlamı bildiğimiz halde bilmezden gelip keyfini çıkardık.

Ardından asıl kahve keyfi yapacağımız yere gidip Heybeli Ada'ya karşı içtik kahvemizi vapuru beklerken.

Dönüş yolunda hangi ara bu kadar yorulduğumuzu anlamasak da iyice uyku bastırmış, pestilimiz çıkmasa bile iyiden iyiye yorulmuştuk.

Ebru abim her zaman dediği gibi yine sık sık dile getirdi Emel ablamla ne kadar benzeştiğimizi. O yüzden fazla fotoğraf çekemedim fotoğraf makinesini çıkarır çıkarmaz "Hah, küçük Emel de geldi" dediği için :) Oysa o kadar güzel detaylar vardı ki...

Ne keyifli oldu bugün Ebru abim. İyi ki haydi kızçem dedin...

die welle

Pazartesi gecesi Özlem ve Sinan ile izlemiştik Die Welle'yi. Bir gruba ait olmanın insanı ne kadar güçlendirdiğini, neler yaptırabileceğini ve 1+1'in çoğu zaman ikiden büyük olduğunu gösteren bir film. Arada da çok akıllıca göndermeler var. Ben sevdim, siz de sevin.

bürokrasi

İki gündür saçma sapan şeylere zaman harcıyorum. Dün 5 tane imza için kampüsün dört bir yanını dolaştım. Ve imzaların hiçbir anlamı yok. Bir şeyleri kontrol ederek atılan imzalar değil. Tamamen bürokrasi. Halbuki kayıtlar kontrol edilse, ona göre kabul ya da ret şeklinde atılsa gam yemeyeceğim.

Bugün de 4,5 saatimi yine sadece iki imza için harcadım. Üstelik ben saatlerce beklerken arkamdan gelenler işlerini çoktan halledip gittiler. Haksızlıklara göz yummakla sakin insan olmak arasındaki ince çizgide bir o yana bir bu yana gittim...

Ama aldığım telkinlere göre bunlar beni sinirlendirmemesi gereken şeylermiş. Aklıma bunu getirip söz dinledim ve sanki kitap okumam için bilhassa yaratılan bir zamanmış gibi açıp kitabımı okudum. Bak her zaman bulamazsın bu kadar uzun vakti diyerek kendimi yatıştırdım. Sonra yine içimde kalmasın diye yapılan yanlışı dile getirince baş ağrısı çekmeme de gerek kalmadı. Sükunetimi koruyabildiğim fakat enayi olmadığımı da belirttiğim için kendime aferin dedim. Özellikle sükuneti korumak kısmına...

asayiş berkemal

Yine tarzımı belli ettim okulda. Bana "babacığım" diye hitap eden güvenlik görevlisi İbrahim ağabey yeni kankam. Dün öğle yemeğini birlikte yedik. "Babacığım sorun varsa yukardakilerle konuşalım" diyor :) Sanırım ısrarla kantinci, fotokopici, güvenlik tayfasıyla takılmak yerine hocalarla aramı iyi tutsam çok daha başarılı bir öğrencilik hayatım olurdu :)

dünün sözü

"no words, but deeds"

29 Eylül 2009 Salı

kararsız

29 Eylül 2009 Salı
Kararsızın önde gideni bayrak tutanıyım. Bu uğurda bi'şeyler yapmalı. Bomba imha kursuna filan mı gitsem. 10 sn içinde doğru kabloya karar vermece filan... Bu böyle gitmez zira.

moda

Blogçum bir özel okul öğrencisi olarak hemen moda muhabbeti yapayım sana. Neler in neler out filan. Moda insanın kendine yakışanı giymesidir derler ya ne hikmetse aynı dönemlerde aynı şeyler yakışır bu insanlara ve birbirinin aynısı zilyon tane insanla dolar sokaklar. Burada yeni tanıştığım kimseye selam veremiyorum çünkü emin olamıyorum hangileriyle tanıştığımdan. Hepsinin üzerinde mini etek/şort ya da tayt üzerine uzun tişört, yüzlerinde de yüzlerinin yarısını kapatan güneş gözlükleri ve ayaklarında şu korkunç canavar ayaklarından var.
Yere bakarak yürürsen etrafta bir sürü Alf'in dolaştığını zannedebilirsin :)
İddiaya göre o bir parmak yünlü çizmeler yazın serin, kışın sıcak tutuyormuş. İnanmazsan dene blog. Ben denemeyi bile göze alamıyorum 5 sn içinde pişik olurum korkusuyla. Velhasılı cahil kalma, neler moda öğretiyorum işte sana. Değerimi bil.

27 Eylül 2009 Pazar

gökkuşağı

27 Eylül 2009 Pazar
Az önce eve gelirken gökyüzünün rengi çamur gibiydi. Gökyüzüne gönülden bağlı bir insan olarak bu kadar çirkin bir gökyüzü görmeye içim elvermedi. Bir yerlerde bir güzellik olmalı, ne bileyim, bir ışık hüzmesi filan diye düşünürken bir baktım oradan kocaman gülümsüyor rengarenk! Gökkuşağı... Tanrının bir jesti olmalı :)

masaj

Dünden beri boyun ve sol omuz civarı fena. Kaskatı... Sabah Caner o kadar masaj yaptı ama tık yok. Vakti zamanında Ayça'nın masajla ilgili dilekleri vardı. Ben de istiyorum, masör arkadaş istiyorum :) Masaj kursları civarında takılıp süper masaj yapan arkadaşlar mı edinsem?
Bu kadar masaj merakının üzerine blogger beni sapık sanıp spam blog ilan etmese bari :)

son ki üç dört

Bilogçum, çok eğleniyorum son zamanlarda. Bir aydır görüşmediğim biri için çok normal fakat her gün görüştüğüm insanlar için çok abuk ve dengesiz bir hayatım var çünkü. Her gün yepyeni bir hayat düzeni benimsiyorum :) Pazartesi dananın kuyruğu kopuyor. Artık yaptığım hiçbir şeyle insanları şaşırtamıyorum. Uganda'ya taşındım desem "aa iyiymiş, kart atarsın bize de" diyecekler neredeyse :)

Dün akşam kızlarla -Elif, Aslı- buluşup yemek yiyecektik. Piyangodan bir Kağan Bey de bize eşlik etti. Gece boyunca Elif'in kelimelerini yakalamaya çalışıp sonunda artık dayanamayıp isyan etti yeter artık ne çok konuşuyorsunuz diye. O kadar içten bir yakarıştı ki.. :) -- Daha sonra çay kahve aşamasında amorti olarak Birkan Bey de geldi.

Bugün tahminen 15 ayın üstüne Pekpekin ile görüştük. 1 saat 15 dakika beklettim kendisini 10 km/s hızla giden metrobüs sayesinde. Kahve içip sohbet ettik uzuuun uzun. Yine Sündüz Teyze adına kabak tatlısı sözü aldım, bakalım bu sene yiyebilecek miyiz...

Ardından Taksim'e geçtim. Birkan'a veda toplaşmasına. Önce Ahmet ve Işıl'ın yanına gittim. Çifte tebriğin ardından Ahmet süper yaşam koçluğu yaptı. O kadar ki bir anda üçümüz de iş güç sahibi olduk :)

Onların yanına giderken telefonumun şarjı bitti. Hiç kimsede olmayan abuk bir telefonum olduğunu dolayısıyla şarj aleti bulamayacağımıı düşünüyordum, keza öyle de oldu. Fakat abuk telefonumdan masada üç kişide vardı :) herkes süper telefon olduğunu iddia ediyor. Volk'un deyimiyle dertsiz telefon. O kadar dandik ki, bozulduğu anda çöp kutusuna için sızlamadan bırakabilirsin :)

Konuşulan saatten iki saat sonra nihayet kalabalık ekiple buluşup hiç sevmediğim halde Akdeniz'e gittik, Kazım abinin hatrına. Sonra çok geçe kalmadan ayrılmak zorunda kaldık Eylül, Ekim ve Cansu ile...

Aslında bu akşam için bir de milonga planı vardı ama telefonumun şarjı bitince Ezgi Hanım ile haberleşemedik ve zaten sonrasında eve dönüşü de gözüm yemediğinden gerçekleşemedi.

Bugün yine vakfa uğrayamayacağımı fark edince telefonla görüştük Beyza ile. Yarın Ankara'ya gidiyorum. Döner dönmez ilk iş ona uğramak olacak diye sözleştik. Yapacak çok işimiz var bu dönem. Cumartesi 12-14 Düşler Atölyesi var gibi duruyor. Bir de Galileo öğretmeni olarak kulüp etkinliği hazırlamalı...

Şimdi eve dönerken üzerindeki "İnsanı yenilmek değil, pes etmek tüketir!" lafına aldanarak aldığım filmi izleyerek sızayım bari.

24 Eylül 2009 Perşembe

sevmek kolay

24 Eylül 2009 Perşembe
bir sıcak söz, bir demlik çay
işte sevmek bu kadar kolay

23 Eylül 2009 Çarşamba

yalancı

23 Eylül 2009 Çarşamba
Sanırım demin yalan söyledim. Cuma günü Bakırköy'deydim yahu. Çıkmışım işte... Birkan Bey, Hande Hanım ve Eylül Hanım ile buluştuk. Özlemişim kerataları. Birkan Bey'in TUS'u kötü geçmiş. Yolcu kendileri. Mecburi hizmet... Hande Hanım da uzun vadede yolcu gibi gözüküyor ama benden duymamış ol blog.
O gün iştirak edemedi diye ertesi gün bize geldi Cansu Hanım. 1 saat durup kalkacaktı... Ama o kadar çok şey birikmiş ki saate bakmak aklımıza geldiğinde 3 saat geçmişti bile. Gazoz açacağı almış bana. Sırf kullanabilmek için on yüz milyon soda açıp dizecektim az kalsın önüne :) çok çılgın bi'şey, buzdolabına bile yapışıyo :)
Ertesi gün de bayram olması münasebetiyle ailenin kalan son neferini ziyaretin akabinde Alper Bey ile görüştük. Bayram ziyaretlerini tek hanede bitirmek enteresan bir durummuş. Eğer ağrıdan kıvrandığın bir günse güzelmiş mesela.
Pazartesi, salı malum... Ben de nereye gidiyor bu günler diyorum. Halbuki seni işlevsel kullansam anlayacağım günlerin nereye gittiğini di mi blog?
Böyleyken böyle.
Arrivederci!

üç kötü özelliğinizi söyler misiniz

Son zamanlarda evden sadece şehri terk etmek için çıkıyorum. Bakkal, çakkal, sahil gezmelerini saymazsak... Yapmam gereken şeyler, görüşmem gereken insanlar, uğramam gereken mekanlar var. Ama hepsini bastıran tembellik var. Yarın teslim etmem gereken ödevim var. Henüz 1/3'ü tamam. "Ben şimdi yatayım, sabah erken kalkar yaparım" söylemleri baş göstermeye başladı bile.

Canım sıkılıyor. Sürekli dikkatsiz ve aptalca davranıyorum. Belli bir olay değil... Hayatımın her alanında böyle durum... Tabi bazı sonuçları can yakıcı olabiliyor. Konsantrasyon sorunu olmayan bir insan olabilmeyi dilerdim. Böylece her şeyi sıkıldığımdan dolayı yüzeysel yapma eğiliminde olmazdım. Falan filan.

Sırf yazmış olmak için yazıyorum fark ettiysen. Çok boş kaldı buralar.

Hani Amasra beni feci bi hayal kırıklığına uğrattı ya, çok pis içimde kaldı. Sen yıllar yılı gitmeyi o kadar iste, git ve ne göresin beton, beton, beton. Bildiğimiz apartmanlar. Kalabalık. Rivayete göre zamanlama kötüymüş. Ama önemli değil. Öyle bir yer var ki, Amasra da neymiş dedirtiyor. Söylemicem işte neresi olduğunu. Kimse bilmesin. Orası da Amasra olmasın. Evet huysuzum. Pazartesi, salı oradaydım biraz huylanmak için ama olmamış galiba.

Ben gidip biraz bal kaymak yiyeyim, sonra da uyurum. Belki o zaman geçer.

seni seyretsem

Seni seyretsem.
Sen karşı koltukta, ben yanı başında.
Gözlerim gözlerinin ferine aksa.
Nefesin nefesime solusa.
Sen, sen olmaktan; ben, ben olmaktan çıksak birkaç saat.
Elimi uzatsam siyah saçlarına, dokunmaya çalışsam.
Usulca sevsem.
Sen dayanamayıp göğsüme yaslasan başını.
Saatler mola verse o an.
Sonrasında, içime soluyan nefesin daha da yaklaşsa.
İçime işlese.
Ta yüreğime karışsa...
Yüzüm saçlarına gömülse.
Koklasam, koklasam, koklasam...
Gözlerimi kapatsam, başımı başına yaslasam.
Sen kulağıma sevda sözleri fısıldasan.
Oracıkta seninle çarpan kalbim kuş olsa, kanatlansa.
Saatler moladan vazgeçmese.
Gece güne varmasa.
Dünya dönmekten vazgeçse.
Ve biz kalsak öylece, ömür yettiğince.
Hiç ayrılmadan...

seni seyredebilmek... nakşetmek gönüle... usulca...

Ebru Yaşar Seçen
2007 kış

19 Eylül 2009 Cumartesi

ayakkap

19 Eylül 2009 Cumartesi
Hanım kadınlar bu havalarda elbise altına nasıl ayakkabı giyiyor çok merak ediyorum. Topuksuz, rahat vefakat sıcak tutan, yağmurdan koruyan ayakkap istiyorum.

17 Eylül 2009 Perşembe

lâl

17 Eylül 2009 Perşembe
bir bulut olsam, yüklenip yağsam
dökülsem damla damla toprağıma
bir deli nehir, bir asi rüzgâr
olup kavuşsam üzüm bağlarına

bir çiğ tanesi, bülbülün çilesi
annemin sesiyle güne uyansam
radyoda yanık içli bir keman
ağlasa nihavend acemaşiran

bir turna olsam, yollara vursam
uçabilsem kendi semalarıma
bir seher vakti sılaya varsam
selam versem ah sıra dağlarına

komşunun kızı çoban yıldızı
yaz bahçeleri yeşil, mor, kırmızı
ah şişede lâl hem de ay hilâl
bir daha da görmedim öyle yazı

16 Eylül 2009 Çarşamba

vaylıs

16 Eylül 2009 Çarşamba
Bu yazıyı otobüsten yazıyorum. Yeni bi teknoloji değil biliyorum ama "tealaaamm bu günleri de mi görecektik" diyorum. Şu şehirlerarası otobüsleri teknolojiyle bağdaştıramıyorum nedense. "İstanbul yolcusu kalmasıınn, geç abla geç vaylıs var!"

Bir de çok sevdiğim kulaklığım bozuldu. Önce sol, şimdi tamamen. Pöff :(

15 Eylül 2009 Salı

geldi çattı

15 Eylül 2009 Salı
Blogcan, işe girdiğimden beri ağzımdan düşürmediğim istifa sonunda cuma günü itibarıyle gerçek oldu. Vedalaşırken 1,5 senede aslında ne kadar fazla insandan ne kadar çok şey öğrendiğimi fark ettim. Her zaman söylediğim gibi, orayı çok seviyordum ama şu kendini gerçekleştirememek mi yetinememek mi bilmiyorum, içten içe kemiriyordu beni. Ve eğer madem bir gün ayrılacağım burdan, bir an önce olsun diyordum.
İstediğim, beklediğim şeyler aslında çok basit, çok temel... Ama öyle bir akıntıya kapıldım ki, yerimde duramıyorum. Bu akıntının beni istediğim yere götürmeyeceğini de biliyorum sanırım. Üstelik kapıldım dediğim son zamanlarda olan bir şey değil, epeydir içinde olduğum bir akıntı... Hep bir fazlasının beklenmesiyle ilgili bir durum...
Bu düşünce bu öğlene kadar aklımda yoktu. Koşturmaca yavaşlayıp da düşünmeye fırsat olunca haliyle böyle şeyler çıkıyor.

Cumartesi 11 otobüsüyle geldik Ankara'ya, Oli Bey ile birlikte. 5 gibi buradaydık. Önce kampüse gelip yurda kaydımı yaptırdık, ardından eşyaları odaya bırakıp Bahçeli'ye gittik. (Eğer Bahçelievler'e Bahçelievler dersem Ankaralı olmadığım anlaşılır. :) )
İftardı, tatlıydı derken saat 9 buçuk gibi Kızılay'a geçtik. Oradan Tunalı'ya doğru yürüdük ki, gündüz sözleştiğimiz gibi Öz ve Siman çifti ve arkadaşlarıyla buluşalım. Gittiğimizde sakin bir yerde oturuyorlardı. Sonra sırf ücretsiz girişleri var diye -gece hayatıyla pek tanışık olmadığımdan emin değilim- kulüp / bar tarzı bir yere gittik. Pek tabii ki tez zamanda sıkıldık ve Siman'ın huzurlu yuvasına doğru yola çıktık :) Evi çok çok sevimli...
Biraz sohbet ettikten sonra yolun ve uykusuzluğun da verdiği yorgunlukla uyku faslına geçtik.
Asıl sürpriz ertesi güneymiş. Böyle bir pazar kahvaltısı yapmayalı uzuuun zaman oluyordu. Becerikli gurmemiz Bilgen ve başarılı aşçımız Siman'ın büyük emeğiyle hazırlanan kahvaltımızı uzun zamana yayarak yaptık. Oli Bey akşam üzeri İstanbul'a döneceği için fazla geçe kalmadan bizi Bahçeli'ye bıraktılar. Bir kahve içimlik zamanımızda Zeynep Hanım da bize eşlik etti. İstanbul yolcumuzu uğurladıktan sonra Zeynep Hanım ile akşam yemeği yedik ve yurt yaşantısında gerekli olacak şeyler alışverişi yaptık.
Pazartesinin sürprizi de Utku Bey idi. Ankara'ya iş görüşmesine gelmiş. Öğleden sonra kendisiyle buluşup hoşbeş ettikten sonra onu da İstanbul'a uğurladık ve kabullenmemiz gereken Ankara'mızla başbaşa kaldık.
Dün de yurda geç geldiğim için zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Vefakat bugün... Ne yazık ki yine başladı o sorgulama... Yarın gece İstanbul'a dönüyorum... Biraz kendimle kalıp kafamı toparlasam iyi olacak. Araya bir küçük tatilcik filan...

Bir dahakine daha sevimli şeyler yazıcam, söz!

Unutmadan, ben bugün Gurbet gördüm. Daha doğrusu dün birden önüme atladı da konuşmaya vaktimiz yoktu. Bugün onların bölümden bir hocayla görüşmem vardı, o vesileyle Gurbet Hanım ile de uzun uzadıya konuşabildik.

Bir de bugün ilk defa "hocam" oldum :)

11 Eylül 2009 Cuma

kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına

11 Eylül 2009 Cuma
Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına
Ey ufuklar diyorum yolculuk var yarına
Ayrılık görünmüşken yâr tutmuyor elimden
Misafirim bugün ben gurbet akşamlarına
(Kaptanzade Ali Rıza Bey)

7 Eylül 2009 Pazartesi

danışman

7 Eylül 2009 Pazartesi
Atanan iki danışman hocamı da tanımadan çok sevdim. Biriyle toplamda beş dakikalık bir telefon görüşmemiz oldu. Hem çok samimiydi, hem de çok büyük iyiliği dokundu bana. Diğeri de tangocuymuş. Aktif olarak dans ediyormuş. Tez arası tango fikri oldukça cezbedici :)

bugün

Ben bugün Deniz hoca gördüm. Evi çok sevimli olmuş. Ferforje parmaklıkları sarmaşıklar sarmış. Camdan muhabbet ettik. Fark ettim ki özlemişim kendisiyle laklak yapmayı. Daha geniş bir zamanda karşılıklı çorba içip sohbet etmeli :)
Sonra efendime söyleyeyim Cihangir'in ara sokaklarında yürüyüp, denizlere çıkan sokaklarda mola verip İstanbul'u içimize çektik. Sonraaa... Yıldız'ın Rumeli Hisarı'ndaki tesisinde akşam yemeği yedik... Mekan zaten güzeldi de, bir yeri sevmemde en önemli etken ne yemekleri, ne manzarası. Çalışanları... Onlar da çok tatlı olunca keyifli bir yemek oldu. Bunda tüketilen yaklaşık 1 kilo balın yarattığı halüsinasyonların etkisi var mıdır bilemiyorum :) Zira aşırı şeker yüklemesinden başım hala dönüyor. Velhasılı tavsiye ederim. Yine de en yakın zamanda İTÜ'nün Vakıftepe tesisine gidilip kıyaslama yapılacaktır :)

asi

Sevilen insanlara "rağmen" bir şey yapmak/yapmaya çalışmak dünyanın en yorucu, en yıpratıcı şeyi sanırım. Ya da öyle olmadığını anlamak için fazla hamım.
Belki bir gün pişerim de istediğim şeyleri yaparken vicdan azabı çekmemeyi öğrenirim.
Bu özgürlük olayı çok fazla kafamı kurcalıyor. Kabul, hiçbirimiz yeterince özgür değiliz... Örneğin canımız çalışmak istemiyor diye çalışmama özgürlüğümüz olmadığı gibi, yolun ortasında detone şekilde bağıra bağıra şarkı söyleme özgürlüğümüz de olmuyor çoğu zaman. Ama toplumsal kurallarla örtüşen isteklerimizde kısıtlanmak oldu mu konu, ruhum daralıyor. İsyan çıkarıyorum. Ben böyle değildim aslında. Daha mülayim bi' insandım. Sanırım içime bir asi kaçtı.

4 Eylül 2009 Cuma

öğrenciliğe dönüş

4 Eylül 2009 Cuma
Artık tekrar öğrenciyim blogçe! Dün kaydımı yaptırdım. Öğrenci kimliğim filan var. Çok heyecanlı :)
Ankara bana kendini sevdirmek için elinden geleni yaptı sanırım. Eh, başarılı oldu diyebiliriz.
Sabah 6:30’da AŞTİ’deydim. Tam 1 saat Zeynep’i bekledim üstelik hiç uflamadan :) Hatta nerdesin diye ilk arayışım 40 dakika bekledikten sonraydı. Buluştuk, metroya bindik. Konuşurken ineceğimiz durağı kaçırdık. Yine uflamadan bir durak geri yürüdük. Ankara o saatler için İstanbul’la kıyaslandığında, üstelik merkezi bir yerde olduğumuzu düşünürsek fazla sessizdi. Hani daha önceden demiştim insanı yalnızlığa iten şehir diye… Öyle gerçekten. Ama bundan hiç şikayet etmiyorsun. Benim gibi kalabalık düşkünü bir insan için bile durum böyle.
Uzunca kahvaltı keyfi yaptık. İyi geldi. Aslında kahvaltı çok aman aman olduğundan değil de, ne zaman bir yere yetişme derdim olmadan bir şeyler yapsam, ki bu su içmek kadar basit bir şey bile olabilir, sonsuz keyif alıyorum. Kendime söz verdiğim gibi bütün günü koşturmacadan uzak geçirdim orda da. En kötü ihtimalle iş yerine telefon açar, yarın gelmiyorum derdim.
Saat 10'a yaklaştığında Zeynep idmana, ben de okula doğru yola koyuldum. Zeynep'in tarif ettiğinin üzerine hiç yol sormadan... Biliyormuşçasına :) Gittim, hiç beklemeden, sorun yaşamadan kaydımı yaptım. Ders programı için Ülkü hocayla görüştüm. Ardından Zeki bey ile görüşüp yurdu ayarladım ve tekrar Bahçeli'ye döndüm. Zeynep'in de idmanı bitmişti. Aslında daha makul bir saatte İstanbul'da olmak için dönüşe geçebilirdim ama dedim ya, koşturmaca yok... Güzel bir öğle yemeği yedikten ve 10 kişilik kız takımını memnun etmek üzere gönderilmiş elmalı frozenlarımızı yudumladıktan sonra sinir bozucu ağırlıktaki adımlarımla kızlardan ayrılıp dönüşe geçtim.
Giderken olan endişelerimin hepsini Bolu civarında bi yerlerde bırakmış olmalıyım. 12'sinde gidiyorum artık. İçim rahat, biraz heyecanlı, gideceğim günü bekliyorum şimdi. Evden ilk ayrılışım sayılır 3 aylık Bursa maceramı saymazsak. Bir de bu gidişle yavaş yavaş evden kopuşumun ilk basamağı olacak. Heyecanla bekliyoruz...

26 Ağustos 2009 Çarşamba

müstahak

26 Ağustos 2009 Çarşamba
Çantamdan sekiz sene önce yapılmış alışverişlerin fişi çıkarken geçen hafta benzer bir alanda yapılmış tezin konusunu ve sahibinin adını yazdığım kağıdı bir türlü bulamadığım için kendimden nefret etmesem bile "sabaha kadar uyku yok" cezası vermeyi düşünmüyor değilim.

çadır doğurdu

Artık yeni bir çadırımız var blogcan. Eski çadırınızı Denizli'ye gönderin, yeni çadırınız evinize gelsin kampanyasından yararlandık.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

biraz gerçekçi olabilir misin tatlım?

24 Ağustos 2009 Pazartesi
baba

isim

1 . Çocuğu olan erkek, peder.
2 . Çocuğun dünyaya gelmesinde etken olan erkek: "Türk babanın ve Türk ananın çocuğu Türk'tür."- Anayasa.
6 . mecaz Anlayışlı, iyi huylu erkek.
8 . mecaz Koruyucu, babalık duyguları ile dolu kimse.
10 . sıfat, argo Çok kaliteli, üstün nitelikli.

23 Ağustos 2009 Pazar

hayatına aksiyon katmak ister misin?

23 Ağustos 2009 Pazar
Neden olmasın? :)

çalışkan

"Ders çalışmam gerekiyor" demeyeli uzun zaman, "Gelemem, ders çalışmam gerekiyor" demeyeli çoook daha uzun zaman oluyor-du. Dün akşama kadar... Sanırım yeni dönemin en sık kullanılan lafı bu olacak.

Ben henüz olmasam bile, bilgisayarım hayatımın yeni dönemine hazır. Biçimlendirildi, disk -birine linux kurulmak üzere- üç parçaya ayrıldı. C++ ve PEARL öğrenilmesi gereken diller. Öncesinde geçilmesi gereken bir TOEFL.

Bugün yakınlarda bir kütüphane olmamasının eksikliğini ziyadesiyle hissettim. Evde dikkat dağıtıcı o kadar çok unsur var ki... Mesela sen blogcan :) En son 17'sinde yazmışım sana. Zannediyor musun ki yazmaya değer bir şeyler yaşanmadı bu arada? Pek tabii ki vardı ama yaşamaktan yazmaya fırsat bulunamadı. Ama iş ders çalışmaya gelince sen ön sıralara yükseliyorsun işte :)

Ajandada mülakat demiştim hani salı günü için... Çok kötü geçti. Lisans hayatımı laylaylom geçirmenin tüm olumsuz etkilerini gözlemlediğimiz bir mülakat oldu. Yine de umut fakirin ekmeği. Belli mi olur...

Araya bir şeyler çıkar kesin demiştim, o da oldu. Ülkü abla evlendi. Pazartesi bi' ara işten çıkıp onun nikahına gittim. Küçücük kafamla sürpriz yapmaya kalktığım için kızdı bana. Gideceğimi bilse nikah şahidi yaparmış. Ben de bilmiyordum ki gideceğimi... Fotoğraf çekilirken de Tanser abiyi kenara itip beni ortalarına aldı. Hatta sonraki fotoğrafta Tanser abiyi toptan şutladı. Öldürecek bu kız beni :)

Cuma akşamı Polonya ekibi bizdeydi. İftardan sahura. Bol yemek, bol muhabbet, bol keyif, bol ahenk, biraz ney -asla kâfi gelmez-...

Dün gece Beşiktaş'ta teleskoplarını gökyüzüne çevirmiş Gökyüzü Gönüllüleri ile olacaktım ardından da Zeynep ve Ezgi hanımlarla milongaya gidecektik. Ama başta söylediğim nedenle gitmedim. Gidemedim değil, gitmedim -ki bu insanlık için küçük vefakat benim için büyük bir adımdır.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

çifte mutluluk

17 Ağustos 2009 Pazartesi

12 Ağustos 2009 Çarşamba

ajanda

12 Ağustos 2009 Çarşamba
Çarşamba:
8-18 çalış,
19-23 Özlem'le görüş, özlem gider
23-.. eve gel, uyu

Perşembe:
8-18 çalış
19-24 Volkan vesilesiyle fakültedekilerle buluş
24-.. eve gelirken otogardan ya da yol üstünden Zeynep'i al, eve gelin, laflayın belki bir iki saat uyu

Cuma:
Zeynep'i evde bırakıp işe git.
8-11:30 çalış
işten çık, Tuzla'ya Sabancı Üniversitesi'ne git

Pazar gecesine kadar gündüzü ayrı yoğun, gecesi ayrı yoğun programla -Galileo öğretmen ağı- nefes alama. Pazar 22:00 servisiyle oradan ayrıl, gece 1'de evde ol.

Pazartesi:
8-18 çalış

Salı:
8-12 çalış
işten çık, mülakata git.

Şimdi de giderken götürmen gereken proje raporunu hangi arada hazırlayacağını düşün. Pazartesi akşamı müsait gibi gözüküyor di mi? Sen öyle san, bakalım neler çıkar daha aradaki boşluklara. Okuman gereken bir ton makale de cabası.

Akademisyen mi olacaktın? Hahha!

11 Ağustos 2009 Salı

bir hazin hürriyet

11 Ağustos 2009 Salı
Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu,
bir lokma bile tatmadan yoğurursun
bütün nimetlerin hamurunu.
Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında,
ananı ağlatanı Karun etmek hürriyetiyle,
hürsün!

Sen doğar doğmaz dikilirler tepene,
işler ömrün boyunca durup dinlenmeden yalan
değirmenleri,
büyük hürriyetinle parmağın şakağında düşünürsün
vicdan hürriyetiyle,
hürsün!

Başın ensenden kesik gibi düşük,
kolların iki yanda upuzun,
büyük hürriyetinle dolaşıp durursun,
işsiz kalmak hürriyetiyle,
hürsün!

En yakın insanınmış gibi seversin memleketini,
günün birinde, mesela, Amerika'ya ciro ederler onu
seni de büyük hürriyetinle beraber,
hava üssü olmak hürriyetiyle,
hürsün!

Yapışır yakana kopası elleri Valstrit'in,
günün birinde, diyelim ki, Kore'ye gönderilebilirsin,
büyük hürriyetinle bir çukuru doldurulabilirsin,
meçhul asker olmak hürriyetiyle,
hürsün!

Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil
insan gibi yaşamalıyız dersin,
büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,
yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetiyle,
hürsün!

Ne demir, ne tahta, ne tül perde var hayatında,
hürriyeti seçmene lüzum yok
hürsün.

Bu hürriyet hazin şey yıldızların altında.


1951


(Nazım Hikmet Ran)

10 Ağustos 2009 Pazartesi

elli dokuz

10 Ağustos 2009 Pazartesi
Cumartesi sabah yola düştük Oli Bey ile. Yol üstündeki kazalar nedeniyle 7 olarak planladığımız çıkış saati 7:40 oldu. 1,5-2 saat sonra ilk durağımız olan Sapanca’ya vardık. Gölün hemen kenarında Gölevi adlı restorana gittik kahvaltı yapmak üzere.

Bahçesinde hamaklar olan, yeşillik bir yer. Böcek sesleri eşliğinde, batıp çıkan ördekleriyle, üzerinde kanolarla gölü izlerken kahvaltımızı yaptık. Ben de adamakıllı kahvaltılıklar yemeye başladım artık. Yine zeytinyağı, kekik, pul biber özel isteğinde bulunsak da… Kahvaltının ardından hamaklara uzanıp ağaçların hışırtısını dinledik.

Biraz fotoğraf çektikten sonra gölün üstüne doğru çıkmada olan bankta Türk kahvelerimizi içtik.

Ortam çok huzur vericiydi ve bıraksalar daha uzun süre kalırdık ama yapılacakları düşününce fazla oyalanmadan yola düştük tekrar. Bu sefer Safranbolu’ya. Arabaya binmemizle yağmurun başlaması bir oldu. Yolda elimizdeki kitap ve dergilerden Safranbolu’yu okuyarak gittik. Hıdırlık Tepesi, Tarihi Cinci Hamamı, Cinci Han, kent tarihi müzesi olan eski hükümet konağı, saat kulesi ve Bulak mağarası görülecek yerlerdi. Önce Hıdırlık Tepesi’ne çıktık.

Hıdırlık Tepesi pek çok yerde var. Hızır peygamberden alıyor adını. Rivayete göre Hızır aleyhisselam kendini Allah’a daha yakın hissetmek için yükseklere çıkarmış. Bu nedenle de Osmanlı’nın hakim olduğu pek çok şehirde en yüksek noktaya Hıdırlık Tepesi denmiş. Bu Beypazarı’na gittiğimde öğrendiğim bir şeydi. Orada da bir Hıdırlık Tepesi vardı. Safranbolu pek çok açıdan Beypazarı’na benziyor. Sokakları, evler, yaprak sarması, baklavası, aktarları…

Hıdırlık Tepesi’nde safran çayımızı içerken şehre bakıp takribi bir güzergâh belirledik.

Önce safran lokumlarımızı yiyerek çarşıyı gezdik.

Atlas dergisinde de okuduğumuz semer ustası Mustafa Kemal Ağyaroğlu’nun atölyesi vardı çarşının sonunda. Onunla sohbet ettik 10-15 dakika.

Memleketin halinden yakındı yılların yüküyle iki büklüm otururken. Ardından antikacıya gidip bi’ süre de onunla sohbet ettik. En çok şaşırdığımız da fosilleşmiş deniz kestanesi oldu köylülerin Safranbolu civarında buldukları. Demek eskiden deniz o kadar içlere kadar uzanıyormuş. Safranbolu gerçekten tarih yatan bir yermiş. Öyle ki toprağın 1 metreden fazla kazılmasına izin verilmiyormuş.Cinci hamamında kese attıracak zamanımız olmadığı için şöyle bir önünden geçmekle yetindik. Ardından yöresel yemekleri tatmak üzere bugün restoran ve otel olarak kullanılan Cinci Han’a gittik. Girişte ilk dikkatimizi çeken şey sağ tarafta dua, sol tarafta ise beddua asılı olmasıydı. Beddua günün birinde Cinci Han’ın orijinal yapısının bozulma ihtimaline karşı II. Bayezid döneminde yazılmış.

Tirit, peruhi, cevizli yayım ve ev baklavası yedik. Tirit Bursa’nın pideli köftesinin köfte yerine kıyma kullanılmışını andırıyordu. Cevizli yayım bildiğimiz erişte. Peruhi içinse çok daha çılgın fikirlerim var. Polonya’nın yöresel yemeği pierogi ile akrabalıkları olduğunu düşünüyorum. Peruhinin üzerinde yoğurtla servis edilmesi dışında tamamen aynılar. İçinde kıyma yerine süzme yoğurt ya da peynir olan üçgen kapatılmış mantı.

Karnımızı doyurup çayımızı da içtikten sonra Hükümet Konağı’na geçtik. Giriş katında Safranbolu’nun gündelik hayatına dair fotoğraflar üst kattaysa Roma ve Osmanlı dönemlerine ait eşyalar vardı. Müzenin dışına çıkılarak geçilen alt kattaysa Safranbolu’daki zanaatlere dair heykeller ve dükkanlar vardı. Kunduracı, şekerci, semerci, derici, eczacı…

Müze giriş biletiyle müzenin hemen arkasındaki saat kulesi de gezilebiliyordu.

Saat kulesinin merdivenlerini tırmandığımızda karşılaştığımız İsmail amca kulenin 20 dk önce kapandığını söyledi ama yine de bizi geri çevirmedi ve karşısına oturtup çocuğu gibi sahiplendiği saat kulesini anlatmaya başladı.

Saat Kulesi, III. Selim zamanında Safranbolu’lu sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından Safranbolu’da her evde her cepte bir saat olacak vaadiyle yaptırılmış. Bu nedenle Safranbolu’nun yazlık ve kışlık olarak kullanılan iki ayrı bölgesinden de duyulması için ikisinin orta yerindeki tepede inşa edilmiş. Şansımıza biz ordayken saat 7’yi gösterdi ve çanın çalmasını görebildik.

Hava alacakaranlığa dönmeye başladığında geriye Bulak mağarası kalmıştı bir tek. Şansımızın az olduğunu bildiğimiz halde Safranbolu’ya yaklaşık 8 km uzaklıkta bulunan mağaraya doğru yola koyulduk. Giderken çok eğlenceli bir şey oldu. Öndeki arabanın arkasındaki balıkadam çıkartmasını fark eden Oli Bey bana gösterdi. Bunun üzerine ben “aa üzerinde bi’ şeyler yazıyor galiba onlar da BSS’den” dedim. Yine pek dikkatli Oli Beyimiz “bak sağ üstte kulübün çıkartması var zaten” dedi. Ben heyecanla nasıl selam versek diye düşünürken Oli Bey torpidoda BSS çıkartması olduğunu söyledi. Hemen aldım, o sırada onları sollamaya çıktık ve tam yanlarındayken ben cama yapışmış vaziyette çıkartmayı onlara gösterirken Oli Bey kornaya dokunmak suretiyle dikkatlerini çekti :) Sonra iki arabayı da bir neş’e sardı. Neden o kadar heyecan yaptık, neden öylesine mutlu olduk bilmiyorum ama yarım saat buna kopma derecesinde güldük :) En son arkamızdan ayrılacakları zaman kornaya basarak ve ailece el sallayarak bize veda ettiler.

Bulak mağarasına geldiğimizde saat yedi buçuğa geliyordu. Görevli ziyaret saatinin dolduğunu, mağaranın 7’de kapandığını söyledi. Kedi gibi bakınca yolunuz uzak mı diye sordu. Uzak olduğunu söyleyince dayanamayıp hadi çıkın o zaman dedi. Depar atarak tırmandık merdivenleri ve 400 metre uzunluğundaki mağarayı gezdik. Çıktığımızda kulak misafiri olduğumuz kadarıyla mağaranın bronşit, astım türü hastalıklara karşı iyi geldiği rivayet ediliyordu.

Her şeyi kıyısından köşesinden yakalayarak da olsa Safranbolu gezimizi tamamladık. Aklımızda güneşin batışını Amasra’da izlemek vardı fakat ne yazık ki yetişemedik. Yaklaşık 90 km uzaklıktaki Amasra’ya gitmeye başladığımızda hava artık kararmıştı. Amasra’ya yaklaşırken iki tarafı sıra sıra ağaçlarla kaplı dar bir yoldan geçtik. Çok güzeldi.

Amasra’ya vardığımızda öncelikle çadırı kuracağımız yeri kararladık. Sahile çıkar çıkmaz plaja kurulmuş çadırları gördüğümüzden çok zor olmadı kamp yeri ayarlama işi. Sahilde yürümeye başladığımızda biraz hayal kırıklığına uğradım. Her yer ışıl ışıldı ve her yerden cıstak müzikler yükseliyordu. Zaten ay neredeyse dolunay olduğu için akanyıldızları görmek çok kolay olmayacaktı, üstüne bir de hiç ummadığım kadar ışık kirliliği de olunca büyük ayıyı bile zor görür olduk. Çok geçmeden de bulutlar gökyüzünü kapladı. Kuru kalabalık ve bol gürültüden uzaklaşmak için dalgakıranın ucuna doğru yürüdük. Orada bir süre oturduktan sonra daha geç olmadan çadırımızı kurmak üzere kamp yerine gittik. Hızlıca çadırımızı kurduk ve iyice çökmüş olan yorgunlukla da sütümü bile içemeden uyuduk.

Sabah çadır konaklamanın kaçınılmaz sonucu olan sauna etkisiyle yedi buçukta gözlerimizi açıp sadece 10 metre ilerisinde olduğumuz denize attık kendimizi. Vücut ısımız normale döndükten sonra sabah kahvemizi içmek üzere çadırımıza döndük.

Sürekli sönen jel yakıtla takribi yarım saatte hazırlamış olsak da kahve keyfimizden feragat etmedik.Yine hızlıca çadırımızı toplayıp Bakacak'a çıktık kahvaltı yapmak üzere.

Amasra'yı yukardan gördüğümüz çay bahçesinde kahvaltımızı yapıp Amasra'nın tarihini ve gezilecek yerlerini okuduk. Öncelikle özellikle Roma döneminden çok fazla kalıntıların bulunduğu müzeyi gezdik.

Ardından çarşıyı. Amasra'da ahşap oymacılığı çok yaygın. Bir iki hatıra aldıktan sonra, Kemere köprüsüyle Amasra'ya bağlanan Boztepe'ye çıktık. Yine kuşbakışı Amasra'yı gördüğümüz bir yerde kayalıklar kızı olarak biraz soluklanmayı teklif ettim. Sağolsun kırmadı Oli Bey ve bir kayanın ucuna -ayaklarımızı sarkıtmaksızın :)- tünedik.


Tekrar merkeze dönerek Oli Bey'in bir türlü ağzından düşürmediği Amasra salatasını levrek eşliğinde yedik Mustafa Amca'nın Yeri'nde.

Sırada gezimizin son noktası olan Abant vardı. Amasra'nın hemen çıkışındaki kuş kayası yol anıtına da tırmandıktan sonra Abant'a geçtik.

Abant muhteşemdi. Göz alabildiğine yeşillik. Pazar günü ve saatin de sekiz civarı olmasının etkisiyle pek kimsecikler kalmamıştı. Muhteşem yeşillik sakinlikle de birleşince gezinin en güzel anlarını burada geçirdik.

Tahta köprümsünün üzerinde yürüdük, gölün etrafında at bindik, dört nala koştuk, gemler elimizde olduğu halde okşayarak durdurduk :)


Ve ne yazık ki iş gününe bir iki saat kala bir hafta sonu gezisini daha noktalamak zorunda kaldık. Cemil'in Yeri'nde bir şeyler yedikten sonra İstanbul'a dönüş yoluna geçtik.

Oli Bey günlerdir uykusuz olduğu için hepten bitkin düşmüştü. Trafik canavarına dönüşmemek için park alanında bir saat kadar uyku molası verip sırf uyumamak adına mütemadiyen konuşarak ve saçmalayarak yolculuğumuzu tamamladık.

Bizim evin otoparkına geldiğimizde göstergedeki görüntü şuydu:

 
naeknhu © 2008. Design by Pocket