30 Mart 2010 Salı

kurt kapanı

30 Mart 2010 Salı
Yoruldum blog, vallahi yoruldum. Henüz haftaiçinin %40'ı bitti üstelik ve ben stabil bir baş ağrısıyla birlikte yaşamayı kabullenmek zorundayım sanırım.

En tahammül edemediğim şey sorumsuzluk! Ben bir yere üç dakika geç kalacağım diye bile kendimi yerken millet nasıl kendinde bu kadar rahat olma hakkını görüyor anlamıyorum. Verdiğim bir sözü tutamazsam gece gözüme uyku girmez, bir başkasınınsa bu umrunda olmadığında, verdiği sözü mütemadiyen ertelediğinde, karşısındaki insanı bildiğimiz "salak" yerine koyduğunda delleniyorum adam akıllı.

Bir de "ben suçlu değilim"ciler var. Efendim ortada bir sorun vardır, olabilir, gayet normaldir. Sorunlar her zaman olacaktır ve akabinde çözülecektir. Ama insanlar bu sorunu el birliğiyle çözmek yerine suçlu aramaya kalkınca ve bunu da kendilerinden başka önlerine kim gelirse yıkmaya çalışırsa olmaz di mi? Tamam, şimdilik mücadele edebiliyorum, eyvallah hepsinden de alnımın akıyla çıkıyorum ama ben bu çatışma ortamı içinde kalmaya devam edersem özümden uzaklaşacağım. Her sabah uyandığımda kötü bir davranışta bulunmamak için kendime söz verir buluyorum kendimi. Bunu fark edince duyduğum üzüntüyüyse tarif edemem.

Ben gecenin 11:30'unda, gündüzden kalma baş ağrısıyla içtiğim sütten keyif alamadığım tek bir gün bile yaşamak istemiyorum. Şu anda sadece eksik olan sabır yönümü geliştirmek için, çıkarlarım doğrultusunda bana katkısı henüz sona ermediği için devam ediyorum bu çileye. Yoksa haybeye üzülecek kadar değersiz bir bedenim/ruhum olduğundan değil.

Ben bu kötü şeylere alışmak istemiyorum. Bunları kabullenmek istemiyorum. Ne zaman ki bu yakındığım şeylere alışmaya başlarım o zaman lütfen biri beni dürtsün. Neşe sakın, bu senin yaşayabileceğin bir hayat değil desin... Üç vakte kadar...

28 Mart 2010 Pazar

28 Mart 2010 Pazar
Dün 5:45'te evden çıktığımda hava aydınlıktı. Bundan tam 3 ay önce, 1 ocak sabahı saat 6:15'ten 7'ye kadar havanın aydınlanmasını beklemiştim de, aydınlanmayınca alacakaranlıkta çıkmıştım. Günler ne kadar uzamış, demek ki yaz yakın.

Üstelik Edirne'de bir sweatshirt bir yelekle terlediğim oldu ki Edirne'ye gidip de yağmuru yağdırmadığım ilk seferdi sanırım. Hemen hemen her hafta gittiğimi düşünürsek ne kadar az rastlanır bir şey olduğunu idrak edebiliriz :)

Yazın yakın olması da demek oluyor ki, toplu iğne başı kadar şeylere sevineceğimiz zamanlar geliyor. Burçları murçları bilmem ama havanın kesinlikle insanoğlu üzerinde inanılmaz bir etkisi var. Güneşi gördüğünde, güneş içini ısıttığında ağzı gülmekten yorulan tek insan ben olamam di mi?

Dün çok güzeldi. Olması gerektiği kadar güzeldi. Asansörde makyaj çantamı evde unuttuğumu fark edip -alışmadık popoda don durmaz misali- 3. kattan geri döndüm kullanmayacağımı bildiğim halde. Böylelikle bir otobüs kaçırmış oldum. En azından 15dk boyunca yeni otobüs gelmeyeceğini bildiğim için Beykent'e yürüdüm; 8 dakikada 1km. Yürümek? Neyse bir otobüsü sonundan yakaladım, arka kapısından bindim. Küçükçekmeceden metrobüse bindiğimde 6:33'tü. Şirinevler'deyken 6:45. 7 otobüsüne yetişme şansımı kaybetmiş gibi görünüyordum ama yine de Merter'de metrobüsten indiğimde koşmaya başladım, metroya kadar. Allah'tan. 6:52'de istasyona adımımı attığımda metro geldi ve kendimi içeri atıverdim. 6:58'de otogarda inip yazıhaneyi aradım biletimi kesin, otogardayım, koşuyorum demek için...

-Nilüfer Turizm, Kurtuluş
+Aa ben Kurtuluş şubesini mi aradım, Otogar değil mi?
-Otogar hanfendi buyrun benim adım Kurtuluş
+Ay şeyyy (Artık otobüsü bekletecekleri varsa da bekletmezler, ne desem? :)))) )

Velhasılı 7:00'da otobüsteydim. 9:17'de Edirne'de.

Kağan Otogar'a gelmemişti henüz. Sana kızayım mı beni karşılamadığın için dedim, kızma dedi. Kızmadım bende :) Çarşı'da esnaf lokantası tadında bir börekçide kahvaltı ettik. Nasıl olsa bal kaymaktan fazlasına ihtiyacımız yok. Ardından Meriç kenarında Türk kahvesi içtiğimiz yere gittik. Böcek sesleri duyulmaya başlamış, etraf yeşillenmişti. İlk defa bir mevsimi bu kadar sabırsızlıkla bekliyorum. Kahvelerimizi içtik, sohbet ettik. Bak blogçum, Kağan'ın en çok nesini seviyorsun dersen söyleyemem, dalga geçersin çünkü. Ama en çoktan bir az nesini seviyorsun dersen dinginliğini derim. Hayatımda gördüğüm en sakin adam olabilir.

Yürüdük, yürüdük... Meriç nehri, Tunca nehri... Sonra artık kendimizin bellediğimiz Suzy Cafe'ye gittik. Rengarenk makaronlar yemeye. 2 saatten fazla oturduk ve bizden başka gelen olmadı. Galiba orayı bizden başka bilen yok :) İyi ki... Bir ara Maranki ve Oğuzhan geldi. Başka masada onları ağırladık. Başarı ve başarısızlık üzerine "felsefe yaptık". Sonra onlar gitti, biz fotoğraf yıldızladık. Sürpriz yapmayı bi'türlü beceremiyorum çünkü yapacağım sürprizin mutluluğu içime sığmıyor ve söyleyiveriyorum :) Yakında "elli dokuz" geliyor.

Çok sevimli yerler var Edirne'de. Ve o çok sevimli yerlerde hiç bizden başka kimse olmuyor nedense. Yemek yediğimiz yer de öyle bir yerdi. Gıcırdayan ahşap merdivenleri, ahşap pencerelerin önünde çiçekleri... Hayal kurmak için müthiş bir arkaplan oldu.

Bi'deee benim bir İstanbul tişörtüm oldu sonunda! Aklıma geldikçe mutlu oluyorum :)

Ayşegül ve İbrahim'in yanına gidip çayımızı da içtik mii bir görüş gününün daha sonuna gelmiş oluyoruuuzz... Geriye 48 gün kaldı. Vay canına!

Eve gelip annemin türlü esprilerine katlandım, TEGV için hazırlık yaptım, saatimi bir saat ileri aldım ve artık yatma saatim çoktan gelmişti. Bazen mutluluktan uyuyamadığım oluyor. Yatakta dört dönüyorum ve sonunda yorgunluktan sızıyorum...

Dün ne kadar güzel bittiyse, gün de o kadar güzel başladı... Huzurlu bir ses uyandırdı... Kahvaltı yapıldı, TEGV için hazırlıklar tamamlandı, meteorit avı için mikroskop da çantaya atıldı ve yollara düşüldü. Yolun uzun olmasını seviyorum. Toplu taşıma araçlarını kullanmayı da seviyorum. Çünkü bu sayede kitap okuyabiliyorum :)

Çocuklarla meteorit avladık bugün ve benim dandik mikroskobumla zar zor üç tanesini görmeyi
başardık. İlk meteoriti gördüğümüzde ben çocuklardan çok daha fazla heyecanlandım! :) Etkinlik grubumuz müthiş. Çocuklar o kadar güzel ki, hiç zorlamıyorlar... Hiç sinir yok, sadece keyif var!

Etkinlik sonrasında biraz Orçun'la sohbet ettikten ve dünyayı bencillikten kurtarmak için hala yeterince güçlü olmadığımıza kanaat getirdikten sonra ayrıldık. Fakültedekilerle buluştum. Hızla koca koca adamlar/kadınlar olduğumuzu görmek çok enteresan. Bol gülmeli bir öğleden sonraydı...

Volk da askere gidiyor :( Kendisini askerlikteki hırsızlık vakalarına alıştırmak için arabadan inerken kendime bile çaktırmadan yağmurluğunu aşırmışım. El alışkanlığıyla yanımda duran yağmurluğu da alıp inince arabadan Volkan'ın dilinden kurtulamadım :)

Bugün FB-GS maçı varmıştı. Yani sonradan öğrendim o yüzden varmış, ama maç esnasında biliyordum o yüzden vardı. Sanırım FB'nin kazanmasını ilk defa bu kadar çok istedim. Bir nevi vatani görev, bir askerimizi memnun etmenin bedeli paha biçilemez :)

Çok zor bir hafta beni bekliyor. Gerim gerim gerileceğimi biliyorum ama daha 10 saat kadar bunu düşünmek istemiyorum. En azından "an"ı zehir etmeye gerek yok. Hem zannımca bu haftayı çıkaracak kadar pozitif enerji topladım. Haftaya Allah kerim...

Hmm, ayrıca çocuklar kadar sesime yansıyan ikinci şey de seramikmiş. Elime fırçayı alınca baştan aşağı yenilendim! Şimdi biraz kitap okuyup yatma vakti...

Bir de haber: Özlem haftaya nişanlanıyor. Özlem bile evleniyorsa, dünya üzerindeki "ne işim olur evlilikle" diyen herkes evlenir.

25 Mart 2010 Perşembe

yoruldum

25 Mart 2010 Perşembe
Fiziksel yorgunluk, mental yorgunluk bir yana; ruh yorgunluğu fenaymış.

24 Mart 2010 Çarşamba

sızım sızım atlarım

24 Mart 2010 Çarşamba
Eve gelirken yapı markete uğrayıp fayans aldım. Boyamak üzere. Mesut'un deyimiyle "Kenef taşına bile sanat bulaştırıyor kız" tanımına uyabilmek için :)

Ben bir kutuda 10 fayans oluyor sanıyordım, meğer 25 tane varmış. Olsun sorun değil, ne kadar ağır olabilir ki, tanesi 1kg olsa, yarı kilomdan az yapar, zaten sporda 35kg ile kürek çekiyorum diye düşündüm. Yaklaşık 600 mt kadar taşıdım 25 fayansı. Ve sonuç; sol kolum tamamen, sağ kolum kısmen kullanım dışı. Boyamak bu akşamlık hayal oldu. Halbuki canım nasıl da çekiyor. Gidip gelip boyalarımı kokluyorum... Bakarsın birazdan ellerim titreye titreye sarılırım fırçalara...

Bu arada daldan dala olacak ama corn flakes'i bile tarifle yapan bir anneye sahibim. İşe gittiğimde beslenme çantamdan bir kase müsli ve bir küçük şişe süt çıktı. Küçücük kasenin çeyreği kadar koyulmuş müsli. Ben bununla doyacak mıyım diye düşünerekten yedim. Sonra annemi aradım, neden bu kadar az koydun, acıkacağım bak diye... Meğer bir tarif varmış iki kaşık yulaf, bir elma rendesi, tarçın ve baldan oluşan. O iki kaşık dediği halde annem beş kaşık koymuş üstelik. "E annecim elma tarçın vs nerde?" sorusunun cevabı yok. Onları unutmuş :) Böyle bir insanla hayatı paylaşıyorum işte, arada kurduğum "saf" cümlelerin nedeni çok uzakta değil :)

Bugün canımı sıkan bir şey oldu, ama sanırım bu tür şeylerin canımı sıkmasına izin vermemeliyim. Çok basit çözümleri olan şeylerde, çözüm üzerine konuşmak yerine sorunu ve getirdiği olumsuzlukları ağda gibi uzatan insanlar için hayat kimbilir ne kadar zordur. Ben iki dakikada sorunun çözümü için adım atıp ve dahi çözerken dönüp baktığımda onların hala vah vah diye kıvrandığını görmek insanlık adına çok üzücü.

Sonunda üzerinde van gogh resminin olduğu çikolata kutumun içi boşaldı. Acaba ne zaman vazgeçeceğim sırf kutusunu beğendiğim için bir şeyler almaktan? Sanırım farkında olmadan metal kutu koleksiyonu yapıyorum...

Böyleyken böyle blogçe, kolum epey zorluyor beni...

Aa bu arada senin haberin yoktur cancağızım, bahar geldi resmi olarak. İnşallah yakında fiilen de gelir. Sonra önümüz açık biliyorsun ki. Haydi öptüm, çav bella!

21 Mart 2010 Pazar

kitap okuma yolculuğu

21 Mart 2010 Pazar
Cumartesi günü kitap okumak için yer aradım... Gülhane'ye mi gitsem diye düşündüm. Sonra bir cumartesi günü sessizlik için uygun bir yer olmayacağını fark ettim. Neresi neresi diye düşünürken aklıma otobüste kitap okuyabileceğim geldi. Üstelik şehirlerarası bir otobüs olursa -Edirne örneğin- kahve filan da içebilirim yolculuk esnasında dedim ve kendimi Otogar'a attım.
Kahve-kurabiye eşliğinde gözalabildiğine yeşillik, arada deniz manzaralı koltuğumda kitabımı okudum. İndiğim yerde bir de ne göreyim! :)

Yarım saatliğine çay içmeye gitmiştim, 3,5 saat oldu. Dönüşte de günbatımını izledim yine kahvemi içerken. Daha ne istenir ki?

çiçek bahçesi

Zorba'da der ki; "İnsanın mutluluğu yaşarken idrak etmesi çok zordur. Ancak geriye dönüp baktığında vay ne kadar güzel günlermiş diyebilir". Sanırım şanslı olduğumu bir kez daha hissettim bu satırları okuyunca. Çünkü ben son 1,5 senedir sürekli ne kadar mutlu olduğumu fark ediyorum. -Tütütütü maşallah- Gerçekten bak blog, her gün dün ne kadar mutluydum ama ne güzel, bugün daha mutluyum diyorum. An'ı yaşarken mutluluğu ve şansı iliklerime kadar hissediyorum. Ve bu herhangi bir şeye bağlı bir mutluluk değil, içimde bir yerlerde var. Ne bileyim, mavi elbisemle aynaya baktığımda kendimi güzel görmenin mutluluğu değil bu. Ya da koca bir kalıp çikolatayı ısırırken duyduğun mutluluk da değil. Kapıyı açtığında çiçekçi çocuğun uzattığı kocaman bukette bile saklı değil. Çoktandır görmediğin bir arkadaşla sarıldığındakinden de uzak bir mutluluk.
Sabah gözlerini açtığında gülümsemek, gece yastığa başını koyduğunda iyi ki diyebilmek kadar basit, o kadar "benim" mutluluğum. Benden başka hiçkimsenin dahil veya sebep olamayacağı...
O yüzden de kimse bozamaz işte. Ben bir kere keşfettim ya gülümsemenin gücünü -Allah yine de karşılaştırmasın- sanki hiçbir şey elimden alamaz onu. Hani güçlü filan diyorlar ya; fasafiso. Güç değil bu. Sabır, metanet hiç değil. Ne bileyim işte, orada içimde bir yerde bir çiçek büyüyor. Bazen içime sığamıyor; içim içime sığmıyor. Mutluluktan raks etmeye başlıyorum Zorba gibi. Şakıyorum, benimkine şakımak denirse. Bir Türk kahvesi yapıyorum kendime ki bastırabileyim içimdeki o kocaman çiçeği. Yoksa boynuzlarım çıkacak benim de mutluluktan diye korkum.
Küçücük dünyamda iki çocuk sesiyle mutlu olup, hasır sepetime üzüm doldurmanın hayalini kurarak yaşamak olacak şey mi yoksa? O çiçek olmasa...

18 Mart 2010 Perşembe

önceleyin

18 Mart 2010 Perşembe

Önce bir ellerin vardı yalnızlığımla benim aramda
Sonra birden kapılar açılıverdi ardına kadar
Sonra yüzün, onun ardından gözlerin, dudakların
Sonra her şey çıkıp geldi

Bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde
Sen çıkardın utancını duvara astın
Ben masanın üstüne kodum kuralları
Her şey işte böyle oldu önce


Cemal Süreya

1954

çenem düştü galiba

Bugün itibarıyle tam 15 gündür hastayım. Öksürüyorum, boğazım ağrıyor ve sesim hiç feminen değil. Hala giyinmeyi öğrenemedim. Kar beklenen günde incecik tişört üstüne pardösüyle dışarı çıkarsam sonucun böyle olması hiç de şaşırtıcı değil. Mart da hiç şaşırtıcı değil. Öğrendik artık, kapıdan baktırıp kazma kürek yaktırırmış gerçekten. Kazma kürek yakamayanları da hastalıktan yattırır heralde lafın devamı olarak...

Şimdi ben bugün çok gevezeyim ve sürekli saçmalıyorum o yüzden. Bazen böyle oluyor. Bir süre sessiz kalmam gereken bir ortamdaysam, ordan ayrıldığımda insan gördüğümde/duyduğumda nefes almaksızın konuşabiliyorum. Hasbelkader kimse çıkmazsa karşıma en yakınımı arayıp, bak fena halde konuşmam gerekiyor, lütfen sus ve beni dinle diyip sonra mütemadiyen saçmalayabiliyorum.

Bugün de sanırım 2 saat 10 dakika süren oyunda sessiz kalınca böyle bir patlama yaşadım. Kod adı: Kongo'ya gittik Melda ile birlikte. Muhteşemdi diyemeyeceğim. Fazla durağandı. Güzel göndermeler yok değildi ama gereksiz uzatılmış bir oyundu. Olsun, bu akşam bu oyuna gitmesem çok daha faydalı bir iş yapmayacaktım; en fazla 35-40 sayfa kitap okurdum, ama hiçbir şey değilse bile otobüs durağında yanıma soru sormaya gelen bayandan korkup da o tatlı iletişimi kuramamış olurduk örneğin. Bazen böyle saçma sapan ufacık tefecik şeylerle mutlu oluyorum işte. Ne de olsa hayat "an" değil mi?

Uyku saatimi geçtim, en iyisi uyuyayım. Benim için gün yatağa girince bitmiyor ne de olsa. Öyle macera dolu ve eğlenceli rüyalar görüyorum ki; hiç sıkılmıyorum uyurken. Bak bu da enteresanmış, öyle diyorlar.

Sen bloga yazma yazma, yazdın mı da böyle baştan ayağa saçmala. Oldu mu şimdi? Hı?

15 Mart 2010 Pazartesi

j'adore

15 Mart 2010 Pazartesi
Hafta sonu kaçak misafirimiz vardı. Pek iyi etti de geldi. Ama ne yalan söyleyeyim, hiç ama hiçbir şey anlamadım. 5 dakikalığına uğramış gibiydi.

Elinden tuttuğum gibi j'adore'a götürdüm kendisini. Kandırmak çok kolay zaten, iki tatlı verince istediğin her şeyi yapıyor :) Ben de Ali Muhiddin Hacı Bekir'den cevizli lokum alıp on adım başına bir lokum vere vere götürdüm j'adore'a :)


Orada da geleceğe yatırım olsun diye yukarıdaki fotoğrafta yer alan altı bol çikolatalı kup ve yanında sıcak çikolata verdim. Oooh artık kırk yıl kadar kölem olabilir. Sonrasına bakarız.

Hani sanal bebekler vardı biz ilkokuldayken. Aynen öyle Kağan Beyimiz. Karnını doyur, uykusuz bırakma tamam. Çift kişilikli ama bu iki şeyi yaptığın sürece kötü kişiliği eliyorsun. Çok eğleniyorum çözümü bu kadar kolay olan huysuzluklarla.

J'adore... Fena bağımlılık yaptı. İçinde nane yaprağı ve limon dilimi olan su, kristal bardaklar, her daim rengarenk çiçekler, güleryüzlü garsonlar, harika çikolatalar ve fransız şarkıları... Üç tane masası var zaten, bana yer kalmaz diye kimseye söyleyemiyorum ama herkesi de kolundan tutup oraya götürüyorum. Yakında ev kıvamını alabilir...

10 Mart 2010 Çarşamba

kültürel çeşitlilik

10 Mart 2010 Çarşamba

Son iki senedir o kadar farklı bir dünyadayım ki… Ya da öncesinde o kadar izole bir hayatım varmış ki… Bir taraftan her gün yeni bir şey öğrenip mutlu oluyorum, bir taraftan da bu çeşitlilik gözümü korkutuyor.

Hep söylenilen "Türkiye'nin kültürel çeşitliliği"nden bahsediyorum. Benim annem tarafım da baba tarafım da Rumeli göçmeni. Bir taraf Ege'ye bir taraf Trakya'ya göçmüş ve böylelikle oraların kültürlerini almışlar. 20 yıl boyunca oturduğum yer de göçmen mahallesi olunca izole bir hayatım olması normal gözüküyor. Ama gittiğim okullarda olsun, girdiğim ortamlarda olsun pekala uzak diyarlardan da pek çok arkadaşım oldu. En gerçek örneği Nimi. Hataylılar. Yıllarca ben onlardan, o bizden çıkmadı ama evlerimizdeki, yaşayışımızdaki tek fark Emoş'un yemeklerinin "biraz" daha acı olmasından başka bir şey değildi. Ya da Aslı. Antepli. Ama ne annesinin giyim kuşamında, ne bayram telaşlarında, ne de yaşam alışkanlıklarında bir fark göze çarpıyor. Tek fark dolmaya katılan sumak gibi gelirdi bana, ki bayılırım Ünal Teyzeciğimin dolmasına.

Velhasılı bu iki en yakın örnek dışında en doğudan en batıya, hatta ülke sınırlarının dışında –doğuda ve batıda- pek çok insan tanıdım da, bu kültürel çeşitliliği sofradan başka bir yere taşıyamadım yıllarca. Çünkü herkes globalleşen dünyanın neferleri olarak gayet standart hayat alışkanlıklarıyla donatılmıştı. Evlerinin dekorasyonlarından, aile ilişkilerine; damak tadından, giyime kuşama… Ne Polonyalı Ula çok yabancı, ne de Denizlili Aziz çok yerli… Ne Alman "eniştem" Martin öteki, ne Özkan abim içimizden biri. Kaynakçı Laz Hasan bizimle aynı dili konuşuyor, aynı şeylere gülüyor. Herkes bir çizgide gibi.

İdi…

İlk afallamamı temmuzda, Esma'nın düğününde yaşadım. Öyle düğün dernek işlerini çok sevmem, ama 1,5 sene aynı ofiste haftanın 5 günü, günde 10 saatini geçirdiğin insanın düğününe gitmemezlik yapamıyorsun. Esma'lar Karslı. Düğünden önce Erzincanlı arkadaşım Duygu bana göbek atmayı öğretmeye çalışırken pes ettik ve "halay biliyorum, iki halay çeker otururum"da anlaştık. Düğüne bir gittik, ne göreyim; zaten göbek atma diye bir şey yok. 469 çeşit halay var, ve hiçbiri benim bildiğimden değil! Ki –doğu yörelerine çok kaymasam da- 12 sene halk oyunlarıyla içli dışlı olmuş biriyim. Damat, payduşka zaten hak getire. İşte orada idrak ettim, siz biz diye bir şeyler var. Kültürel çeşitlilik sofradan taşmaya başladı o gün ufak ufak. Oyunlara, eğlence anlayışına sıçradı yavaş yavaş.

Sonra şimdiki işime başladım. Süryani diye bir şey varmış; öğrendim. Daha önce kimleri temsil ettiğini bilmediğim bu kavramın içi doldu. Bir anda yepyeni isimler girdi lûgatıma. Bir anda azınlık oldum. Etrafımdaki herkes Ermeni oldu –ki bugüne kadar tanıdığım Ermeni sayısı bir elin parmaklarını bulmaz-. 6 Ocak'ın Gregoryenlerin, 25 Aralık'ın Katoliklerin bayramı olduğunu öğrendim. Garbis'in bir erkek adı olduğunu. Bacik'in öpücük, Ahçik'in kız demek olduğunu. 50 gün süren orucun kurallarını, Mardin'deki muhteşem manastırı öğrendim. Artık kültürel çeşitlilik kavramının da içi yavaş yavaş dolmaya başladı. Sofralardan eğlence anlayışına geçen çeşitlilik, artık dine, dolayısıyla hayat tarzına, hayata bakışa geçti.

Ben bu süre içinde biraz da kendimi keşfettim. İdi kısmına kadar anlattıklarım dolayısıyla sanıyordum ki gayet hümanist bir insanım, ırkçılık yanımdan geçmez; dünya üzerindeki her insanla iletişim kurabilirim hiçbir problem yaşamadan. İlk zamanlarda, azınlık olma psikolojiyle mi bilmem, bir anda ne kadar ırkçı bir insan olduğumu fark ettim. Elizabet'in değil de Sevgi'nin işine öncelik verme eğiliminde olduğumu gördüm. Stephan'a bağlı çalışmak biraz dokunur gibi oldu, Murat dururken. Sonra ne oldu? Ben o azınlık psikolojisini atıp insan psikolojisine geri döndüm. Irkçı düşüncelerimden arındım pek tabii ki. Artık Elizabet de, Linda da, Didem de bir benim için. Ama başlardaki düşüncelerimden biraz ürkmedim değil.

Şimdiye kadar yaşadığım kocaman dünyanın aslında ne kadar izole olduğunu keşfettim. Ne kadar apolitik bir insan olarak yetiştirildiğimi fark ettim. Bu açıdan ne kadar eksik olduğumu görüp siyaset, siyaset tarihi, dinler tarihi üzerine kitaplar okumaya başladım. Her gün en az bir şeyi yaşayarak öğreniyorum ve bu her gün kafamı yastığa huzurlu koymamı sağlıyor.

Son zamanlarda pek az yazıyorum; çünkü bolca okuyorum, düşünüyorum ve sorguluyorum. Biraz daha dolayım, öğrendiklerimi buraya da akıtırım. Bu şimdilik durum tahlili yazısı olsun.

7 Mart 2010 Pazar

ellerim bomboş

7 Mart 2010 Pazar
mini mini bir kuş donmuştu
pencereme konmuştu
aldım onu içeriye
cik cik cik cik ötsün diye
pırpır ederken canlandı
ellerim bak boş kaldı

5 Mart 2010 Cuma

bu su hiç durmaz

5 Mart 2010 Cuma

İnsan bir kere kendine barajlar kurmaya kalktı mı kendini ifade edemez oluyor. Çünkü kurduğu cümleler baraja takılıyor, beyninin içinde kalıyor, büyüyor, büyüyor, büyüyor. Sonra kimi zaman sivilceler, kimi zaman kafatasını patlatırcasına baş ağrısı olarak dışarı sızıyorlar. O anlarda, ağrı öyle uyuşturucu bir etki yapıyor ki, ağzından çıkanı kulağı duymaz oluyor, saçmalıyor. En yakınlarına akıtıyor zehrini, hak etmedikleri halde.

Başın dik ol, güçlü ol, gururlu ol, hep gül, yere sağlam bas, aman sakın yüzün düşmesin vs vs vs.

sen hep kendine önlemler aldın
ben kendime yasaklar koydum
önümüzde barajlar var
bu su hiç durmaz

4 Mart 2010 Perşembe

hapşiuu

4 Mart 2010 Perşembe
Sanırım hapşırırken boynu tutulan ilk insanım.

3 Mart 2010 Çarşamba

sevilmedim

3 Mart 2010 Çarşamba
Bir şiir yazılmadı bana
Bir şarkı söylenmedi
gözlerime bakılarak
Rüyalara girmedim
günlerce anlatılan
Öpülmedim
başım dönercesine
Sıcak kollara alınmadım
içimi eritircesine
Güzel sözler söylenmedi
kalbimi titreten
Elim tutulmadı
hiç bırakılmamacasına
Sevilmedim gönülden
İhanetten uzak
Hiç bitmemecesine…

ebru yaşar seçen 2010
kış

1 Mart 2010 Pazartesi

astronomi kulübü

1 Mart 2010 Pazartesi
Verdiğim en keyifli etkinlik ve en akıllı etkinlik grubum astronomi kulübündeki çocuklarım. Programını kendimiz hazırladığımız için mi, yoksa çocuklar müthiş zekaları ve ilgileriyle bizi de aktif halde tuttuklarından mıdır bilmiyorum ama büyük bir heyecanla bir sonraki etkinliğin hayalini kuruyorum, boş kaldığım her anı çocuklara bilim eğitimi konusunda araştırma yaparak geçiriyorum.

Orçun sözde bana destek olmak için gelecekti etkinliğe. Ne desteği, resmen aldı götürüyor. O olmasaydı eminim bu kadar eğlenceli ve faydalı bir etkinlik olmazdı. Tıpkı çocuklar gibi ben de onun konuşmalarını hayranlıkla dinlerken buluyorum kendimi.

Etkinlik sonrası Kağan ile konuşurken dedi ki, "Çocuklarla vakit geçirdikten sonra sesin o kadar neşeli geliyor ki! Haftada bir gün bile olsa sakın uzak kalma onlardan..."

Fark ettim ki ben yaptığım hiçbir işten çocuklarla vakit geçirdiğimde aldığım kadar keyif almıyorum. Bir iki sene önce burdan yola çıkarak yanlış meslek seçtiğime kanaat getirirdim. Şimdiyse diyorum ki, iyi ki çocuklarla keyif almak dışında hiçbir beklentim olmadan vakit geçirebiliyorum.

Foto:
Altta bahsi geçen ve kalbimi çalan Emre ön tarafta çökenlerden yeşil eşofmanlı olan.
Önde görünen gri küreler Güneş sistemimizdeki sekiz gezegenin boyutlarına göre orantılı yapılmış maketleri.
 
naeknhu © 2008. Design by Pocket