27 Mayıs 2009 Çarşamba

fütursuzca demişken...

27 Mayıs 2009 Çarşamba
Umutsuzluk anlamına gelen Arapça kökenli fütur kelimesiyle, gelecek anlamına gelen İngilizce sözcük future arasında bir bağlantı kurulabilir mi acaba?

Gelecek umut değil de umutsuzluk muymuş acaba önceleri?

Dilbilim okuyacağım, tutmayın küçük enişteyii!

acaba

Biri seni, iyiliğini düşündüğü için, senin için daha iyi olacağına inandığından fütursuzca kırdıysa, sırf iyi niyetiyle yaptı diye affetmeli mi?

sıyrık

Neden kimse beni niyet mektubu yazmanın iki ayı bulabilecek bir şey olduğu konusunda uyarmadı? Dün yazmaya çalıştım, bi’ yerden sonra bloga yazıyormuş gibi hissedince fazla samimi olduğunu anladım. Bu gece halletmem lazım. Yarın yorucu bir gün olacak… Beylikdüzü-Maslak-Maçka-Tuzla-Beylikdüzü…

Kendi kendime referans mektubu yazıyorum bir de. Kötü özelliklerimi yazayımmış. Heralde ki milyon tane kötü özelliğim var da göz göre göre nasıl yazayım :) Hani endişeli, heyecanlı filan gibi aslında pek kötü olmayan şeyler yazmak lazım. Ben şimdi oraya ne istediğini bilmeyen, kararsız, çabuk sıkılan, maymun iştahlı, ayran gönüllü filan yazsam olmaz ki. Hem zaten İngilizceye nasıl çeviririm. Airan-hearted, monkey-appetance. Tamam sustum :)

25 Mayıs 2009 Pazartesi

arım balım peteğim

25 Mayıs 2009 Pazartesi
Elif ile konuştuk. Kapadım iki dakika geçmedi telefon çaldı, İmdat abi, fakültenin güvenlik görevlisi. Daha onunla konuşurken, kapatmadan, fakülte kantincisi Özgür aradı. Kapadıktan bir 10 dakika sonra da tez danışmanım Fethi hoca. Kabus musun İTÜ? :)

24 Mayıs 2009 Pazar

bugün

24 Mayıs 2009 Pazar
Bugün vakfa giderken, istemeye istemeye gittim. Çünkü içim sıkılıyordu ve çocuklara yeterince enerji veremeyeceğime, sıkılacaklarına inandım. Etkinlikten 1,5 saat önce vakıftaydım. Hazırlıklarım uzun sürecekti. Kartondan reçel, ekmek, bıçak, yağ yapmak... Yaparken bi' baktım, gülümsemeye başlamışım bile. Sonra çocuklarımı görünce hepten mutlandım. Vallahi iyi geliyorlar be bıcır bıcır. Canlar...

Sonra Utku bey ile buluştuk. Askerden geldi geçen pazar. Hemmen Deniz hocaya şikayet etmiş beni. Askerden geldim de ayağına çağırıyor diye. İnandıramadım İncirli'nin gayet orta bir nokta olduğuna. Neyse geldi yine de. Efendim zayıflamışım. Öyle dedi.
-Yok, gerçekten kilo aldım. Giyim tarzım değişti, o yüzden öyle gözüküyorum. (Artık biraz daha bol şeyler giyiyorum, iyi taktikmiş :) )
-Nesi değişmiş, yine aynı çiçek böcek.
:)
Enteresan bir şey oldu bugün. İki sene önce birbirimize ısrarla savunduğumuz zıt şeyleri, bugün rolleri değişerek savunurken bulduk kendimizi. Zaman hep insanı yalancı çıkarıyor yahu. Büyük konuşmamak gerek.

Bir de ben bugün Burçin abi gördüm. Ben ne vefasızmışım... Yahu bunu bilmeyen mi kaldı artık. Aramam sormam işte kimseyi. Bir ilk okul öğretmenim Aynur hanım'a vefam... O da senede iki kere. Belki bir gün vefayı da öğrenirim, kim bilir.

başıma vurmuş bahar

ben bugün hayal kurarken ineceğim durağı kaçırdım. mutluyum :)

misha lenn

Porselende tango serisine başladım. 4 ayrı figür yapmayı planlıyorum. Resimler Misha Lenn'den. İlk defa yaptığım bir iş bu kadar hoşuma gitti, içime sindi. Yollarda bir iki yeri bozuldu ama kolaylıkla rötuşlanabilecek şeyler. Sabırsızlıkla fırından gelmesini, renklenmesini (sadece arada uçuşan örtünün), tekrar fırınlanmasını son olarak da çerçevelenmesini bekliyorum. Sanırım biraz sabırlı olmam gerekiyor :)

22 Mayıs 2009 Cuma

Son Anadolu

22 Mayıs 2009 Cuma
...

Dünyanın hayhuyu arasında yolunuzu bulmaya çalışırken, doğanın dilini en iyi kadınların konuştuğunu fark edeceksiniz.

Candan can üreten bedenleri ve candaki vicdanı var eden yürekleriyle, doğanın dilini kadınlardan daha düzgün telaffuz eden bir şeyin bulunmadığını anlayacaksınız. Sonra hayretle erkeklerin yarattığı dünya düzenini izleyeceksiniz. Kadınların doğurduğu canları inkâr etmek için açılan savaşları, siyaset oyunlarını, intihar saldırılarını, güç ve para kavgalarını, yaşamın üstüne çıkmaya çalışan bütün ideolojileri, hayret ve utanç içinde seyredeceksiniz.
...

Akarsu, orman, maki, göl! Hiç fark etmez! Dağ, bozkır, kıyı, deniz! Ne önemi var? Sat gitsin! Dış borcumuz var, iç borcumuz var, kredi borcumuz var, küresel kriz var! Savaş var! Seçim var! Şimdi daha büyük işlerimiz var! Dolar yine arttı. Acelemiz var! Bütçe açığımız var. Muasır medeniyerlerle aramızda büyük fark var. Satalım gitsin!

Tuz Gölü ne işe yarar ki, sat gitsin! Buz gibi Dicle Nehri neden boşuna aksın ki? Kredi alalım, baraj yapalım. İsmini Ilısu koyalım. Kaz Dağları, İğneada, 2B alanları... Kullanılmayan orman neye yarar kardeşim? Altın bulalım, derelerin suyunu emelim. Satalım, kiralayalım, para yapalım, çılgınlığa teslim olalım...
...

Ben bir Anadolu çocuğuyum. Hayat sütümü doğanın memesinden emdim. Bu cinayete ortak olmak bana yakışmaz. Çünkü Anadolu insanının kitabında analara saygı yazar.

İşte bu yüzden avazım çıktığı kadar seslenmek geliyor içimden. Son Anadolu'nun kadınlarına, erkeklerine, yaşlı, genç ve çocuk bütün insanlarına...

Anadolu, ne oldu sana?

Güven Eken
Doğa Dergisi Mart '09 Editör yazısından alıntı

gülünç

Eskiden üye olduğum spor salonunda durmadan bak siz gelin fiyat şu kadar, gelin pakete şunu da dahil ediyoruz diye sık boğaz eden bir Barış bey var. Geçenlerde ordan başka biriyle konuşurken lafı geldi sigorta yaptıracakmış. Ben de size Anadolu Sigorta’dan teklif vereyim demiştim. Onu söylemek için aradım. Barış bey açtı ve kendimi tanıtmadan Hülya hanımı istedim. Bağladı, açan olmadı, tekrar Barış beye düştüm. Notumu söyledim, ben ona bir sigorta teklifi verecektim diye. Bir anda insanın konuşması bu kadar mı değişir yahu? Nedir bu müşteriyseniz iiincecik, ağzından bal damlayarak konuşmalar, aman efendimler ve fakat satıcı konumundaysanız hemen bir tepeden bakan, burnundan kıl aldırmayana dönüş. İnsanlar sözde konumlarıyla nasıl da tatmin ediyorlar kendilerini. Ben buna da çok gülüyorum.

mertilingo

Eldeki "mmh nefis" manasındaki işaret, "neşe güzel mi?" sorusunun cevabı :)

21 Mayıs 2009 Perşembe

özet

21 Mayıs 2009 Perşembe
düşler atölyesi... emel abla keki... yeni türkü konseri...

20 Mayıs 2009 Çarşamba

yok mu?

20 Mayıs 2009 Çarşamba
Çok asiyim son zamanlarda, her şeye isyan edesim var. Şirinler köyü gibi bir dünya yaratıp orada yaşayasım var. Hiçbir çıkar beklemeden bir şeyler için çırpınan insanlara özlemim var. Daha ne istiyorsun belanı mı diyenlerin kıçına tekmeyi basasım var. Küçük hesaplar peşindeki insanlara sadece gülüp geçesim var. Kararsızlığımı yerin yedi kat altına gömesim var. Zamanın akışına inat olduğum yerde durasım var.
İnsanların samimiyetine inanamamak… Olduğu gibi değil de olmak istediği gibi gözükmeye çalışıp beceremeyen insanlar… Anladım ki öööyle çok derine inmeyeceksin. Yüzeysel takılacaksın. En azından benim huyum böyle. Sineye çekemiyorum, buz gibi oluyorum anında. Vazgeçemiyorum da ama o duvar yıkılamıyor bir daha. Batını zahiri bir olmayan insanlarla… Kimin umrundaysa…
Sürrealist bir portreydi. Çok geçmeden silindi.

Şimdi bunu asıl üstüne alınması gereken alınmayıp da hiç alakası olmayanlar acaba diyecek ya, ona yanıyorum.
*Resim: Senecio'nun portresi, Paul Klée
Blog, unutmadım seni. Sen de beni unutma diye kendimi göstereyim dedim. Son 5 günde evde sadece 12 saat geçirebildim, tahmin edeceğin üzere onun da 8 saati uykuda. Bir ara özet geçmeyi planlıyorum.

Etrafta garip şeyler oluyor. Ben durup gülümsüyorum. Tam da şöyle;

"biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi durdum
azıcık gülümsedim
ve dünya bana gülümsedi"

15 Mayıs 2009 Cuma

gitti

15 Mayıs 2009 Cuma
Hey güzel Allahım. Bir taraftan ağlatırken bir taraftan nasıl da güldürüyorsun. Bütün gün karalar bağladım o istediğim program gerekliliklerinden bir sınav eksik diye. Az önce ne öğreneyim? 2009-2010 için öğrenci kabul etmiyorlarmış. Sevindim. Ya benimsin ya kara toprağın hesabı.

14 Mayıs 2009 Perşembe

soru

14 Mayıs 2009 Perşembe

Şimdi hani bu dünya geçici ya… O zaman “amaaan, gününü gün et, ye, iç, gül, oyna” mı demeli, yoksa bi’ nebze de olsa kalıcı olabilmek, izimizi bırakabilmek için çaba mı sarf etmeli?

Bir kere Ortaköy’e giderken otobüste yanıma bir bey amca oturmuştu. 80’ini devirmiş olmalı. Akademisyenmiş. Konuşmuştuk epey. Benim de o taraklarda bezim olduğunu anlayınca demişti ki “Amman kızım, sakın ha! Hiçbir zaman kıymetin bilinmeyecek zaten. Gir bir işe, al paranı. Sonra git mor, kırmızı ayakkabılar al kendine. Canın ne istiyorsa onu yap. İdealistlikten fayda yok.”

Bilmem anlatabildim mi?

Neerdee, nato kafa nato mermer…

Pazar günü çocuklarımla yine ağzım açık bir etkinlik geçirdim. Bu arada sayıları 29’a çıktı. Bu haftaki konumuz duygular idi. Öyle olunca endişe/kaygıya da değindik. Hiç böyle hissettiniz mi, ne zaman endişe duyarsınız diye sordum. SBS öncesi dediler. SBS neden bu kadar önemli diye sordum, çünkü gireceğimiz liseyi etkiliyor dediler. Ezberletildiği belli. Kim hangi liseye girmek istiyor dedim, bir iki tanesi Galatasaray dedi, diğerlerinde ses yok. İstediğiniz liseye giremezseniz ne olur deyince hiçbirinden ses çıkmadı. Miniminnacık bünyeler SBS karşısında kalp çarpıntısı, mide bulantısı, karın ağrısı yaşıyorlar. Üstelik sonunda ne fark edeceğini bilmeden. Ne korkunç!

Diğer bir etkinlik de onlara bazı olaylar okuyup, ardından bu tip bir durumda ne hissedeceklerini yazmalarını istemekti. Örneğin “Final maçını oynuyorsunuz ve galibiyet golünü sen attın.” Sadece duygularını yazacaklar, bu kadar basit. Ne matematik, ne fen. Doğru ya da yanlış yok. Bazıları kağıda öyle kapandılar ki… Bittikten sonra yazılı kısmın üstüne ellerini örtmeler, kalemlik koymalar… Daha yolun başında bencilliği öğretmişler. Oyuncakları bir tarafa, bildiklerini paylaşmamayı. Sonra n’oluyor, bunlar yarın öbür gün sözde bilim insanı oluyorlar ve yerlerinde sayıyorlar. Çünkü bilim birikimle ve işbirliğiyle ilerleyen bir şey. Ben a’yı düşünürüm, sen b’yi ve sonunda alfabeyi oluştururuz. Yoksa hepimizin elinde anlamsız harfler kalır, kelime olamayan. Sadece bilimde değil, her şeyde bu böyle. İki insan bir araya geldiğinde bir insanın iki katı kadar üretken olmazlar, insana bağlı üretkenlik –en azından belli bir grup büyüklüğüne kadar- eksponansiyel olarak artar. Boşuna iş birliği, grup çalışması diye yırtınmıyoruz biz di mi?

Bu hallerinin bir sonucu olarak birbirleriyle diyalogları o kadar kırıcı ve aşağılayıcı ki… Yalnızlığa mahkum ve bencil bir nesil rap rap geliyor. Burdan yetkililere sesleniyorum. Bilgi ve kapasiteyi birkaç saatlik sınavlarla ölçmekten başka yol yok mu? Yok diyorsanız size bu konuda danışmanlık yapabilirim.

deli

Bu aralar psikolojimi alt üst ettiği için hayat kalitemi yerlerde süründüren iki olay var. Birine alışmam, diğerini de bir an önce çözmem lazım. Yoksa verdiği zarar psikolojikten fiziksele terfi edebilir.

8 Mayıs 2009 Cuma

olasılıksız

8 Mayıs 2009 Cuma
Bakınız ne keşfettim. Hani çalışmaya başladım başlayalı kimi zaman sönümlenen kimi zaman coşan bir depresyonlayım ya. Onun nedenini buldum. Önümüzdeki 36 yıl boyunca sevgiliyle bir salı günü, güneş tam tepedeyken miskinlik yapıp film izleme olasılığımın ilk 5 sene için binde 5 sonraki 5 sene için yüzde 1 sonraki 5 sene için yüzde 1,5 vs olması. Evet, tam olarak bu.

Sevgili, salı ve film izlemek sadece örnekler, bu bir perşembe, arkadaşlar ve yüzmek de olabilir, ne bileyim. Hafta içi ve güneşin yukarılarda olması ve karşısında bu minik olasılıklar olması temel problem. Hey gidi hey… Bunlar için mi büyüdük?

kök hücre

Kendimi kök hücre gibi hissediyorum blog. Geçen haftadan beri sustum kaldım hani, aklım hep bunda. Köksüz bir kök hücre. Soyadım ne ironik bu durumda. Hani geçen hafta Tekirdağ’daydım. Hani sokaklarda yürüdüm öylece de kim bu insanlar dedim. Bir bakkala girip o sıcak konuşma karşısında “benim insanım yahu” dedim. Çıkınca yine o kalabalık bir şey ifade etmedi ya… Hani sonra eve döndüm, mor salkımları içime çeke çeke yürüdüm de kendimi oraya da ait hissetmedim ya… Bu hafta pek az evde kaldım da, bunu yadırgamadım ya… Niye ben böyleyim blog? Niye hiçbir şeye, hiçbir yere ait hissedemiyorum kendimi? Evet, bu sayede alıp başımı gitme potansiyelim epey yükseliyor ve bu da ruhumu özgür kılıyor. Yani gitmesem bile diyorum ki bu benim elimde. Geride bırakacağım hiçbir şey yok. Ama olmuyor yahu, bir ağaç olmayı tercih ederdim. Köklerimle yerin en dibine sarılmak, sarsılmaz olmak. Bırak alıp başını gitmeyi, meyvelerimi dökmek için salladıklarında bile oralı olmamak.

Belki göçmenliğin de etkisi vardır bunda. Geriye doğru gidebildiğim beş kuşağın hiçbiri çocuğuyla aynı yerde doğmamış. Dolayısıyla nerelisin diye sorduklarında İstanbul harici dört ayrı memleketim var ve hiçbiri aslında benim değil. Hepsinden biraz bir şeyler kalmış. Geçmişimin, benliğimin ve mesleğimin ortak özelliği… Her şeyden biraz, hiçbiri tam değil. Kök hücre gibi… Her şey olabilirim. Henüz hiçbiri olmadım.

3 Mayıs 2009 Pazar

şekerpare

3 Mayıs 2009 Pazar
Babannecimle giden bir tarifi yapmaya çalıştık dün. Şekerpare ama öyle bildiğimiz şekerpare değil. Bizim köyden başka da yapıldığı yer görmedim, duymadım. İki elin baş ve işaret parmaklarıyla oluşturulan daire boyutunda ve yassı bir şey. İçindekiler de farklı muhtemelen. Elimizdeki tek veri Özgün'ün çiğ hamurun tadını biliyor oluşu :) Karıştır, yoğur sonra Özgün tadına baksın. Yok bir şey eksik, biraz şeker koy. I ıh olmamış biraz un :) Sonunda Özgün eh işte dediğinde sür fırına. Olmadı. Güzel bir tatlı oldu ama şekerpare olmadı.

Sonra hırs yaptık babamın köyde yaşayan teyzesini aradık tarif almak için. Gelen tarif süperdi.

-Bir kısım şeker, bir kaşık koyurt...
-Teyze bir kısım derken?
-Bir kısım işte, serpeleyin biraz.

Koyurt da tahmin edeceğiniz üzre yoğurt oluyor. Yoğurt (yuurt) ayrandır bizim oralarda. Bizim oralar dediğime bakmayın. Kendime memleket bulma sevdasından :)

Diğer tatlı çöp olmasın diye denemedik tekrar. Ama hırs yaptım. Deneyeceğim tekrar belki yarın, belki yarından da yakın.

Zira bu tatlıya olan düşkünlüğümün cümle alem tarafından bilindiğini, babannemin cenazesi kaldırılırken, "Neşe sana şekerpare yapacak kimse de kalmadı dur tarifini vereyim sen seversin" diye elime tutuşturulmasından da anlayabiliriz.
Güne damgasını vuran konuşmalar:

Kahramanımızı resmetme esnasında:
-Neşe abla bu türban olmuş mu? Benim annem türbanlı da...

Resmin sunumu esnasında:
-Senin annen kapalı mııı?

Ben kimim kağıdında "en sevmediğim şey":

-Tülbent

7-9 yaş aralığında ancak bu kadar güzel ayrımcılık yaratılabilirdi. Tebrik edelim kendimizi, milletimizi, devletimizi. 8 yaşında bir çocuğun en sevmediği şey nasıl tülbent olabilir?!? Biri bana bunu açıklayabilir mi? Ya da bi çocuk annesini resmederken türbanının belli olup olmamasına neden takılır?

İçim acıdı, midem bulandı. Bizi nasıl günler bekliyor?

Bir de yarış atı mevzusu var.

Sabah otobüste arkamda oturan anne kız. SBS'ye gidiyorlar sanırım. Anne kıza "sonuna kadar güveniyor"muş. En az 450 almalıymış. Kız 400 olsa bari diyor. Tamam 430'da anlaşalım diyor anne. Nasıl bir psikolojiye sokuyor kızını farkında değil. "Sana güveniyorum" gibi masum gözüken ifadesiyle bile çocuğa sorumluluk ve başaramadığı takdirde suçluluk yüklediğinden bihaber.

Etkinlikte de yapmaktan en çok hoşlandığı şey test çözmek olan bir hanım kızımız vardı. Ben ki yarış atlığının en ateşli evrelerinden geçmişimdir, 2. sınıftayken test çözmek bana bile uzak bir kavram.

Bu yarışlardan nispeten uzak annelerin yetiştirdiği çocuklar böyleyse, bizim kuşağın çocukları ne halde olacak düşünmek istemiyorum.
 
naeknhu © 2008. Design by Pocket