29 Aralık 2008 Pazartesi

fallar ve 2009

29 Aralık 2008 Pazartesi
ben türk kahvesi içmeyi çok severim. içtikten sonra da fal kapatmayı. sonra söylenenleri hep unuturum ama dinlemeyi severim yine de, her defasında. cumartesi akşamı kaan kapattırdı, bakacakmış. kapattım tabi hemen. ama o kadar sıkıcı şeyler söyledi ki, içim daraldı. en son giderken "unutma, incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler. sıkma sakın ruhunu" dedi. he dedim geçtim. bi de o kadar laf ettim çocuğa falda öyle sıkıntılı şey söylenir miymiş diye. ertesi gün de aygül teyze baktı. aynı şeyler, aynı kelimeler. ama tavrından mıdır nedir içimi karartmadı aygül teyzeninki. hoşuma bile gitti. saatine unuttuğum halde falda söylenenleri, hala aklımda iki gün üst üste aynı şeyler çıkınca.
insanın bir sene sonra ne yapacağını, nerede olacağını hayal bile edememesi ne gariptir yahu. ne dense mümkündür diyorsun, hiçbir hayalin mantık süzgecine takılmıyor. ilk defa yeni bir yılın neler getireceğini tahmin edemiyorum ama 2009'un hayatımda önemli bir yıl olacağını kestirebiliyorum yine de. heyecanlandırmıyor olsa da merak ediyorum neler getireceğini, neler götüreceğini..

zen

Sen bana en güzel şekilde verilmiş hediyeydin kendimi bulmam için gönderilmiş. Hatta senin geldiğin günü düşünmek bile bir çok şeye göğüs germek için kâfiydi. Ben bir sürü güzellik içinde seni seçmiştim tanımadığım, bilmediğim halde. Evet, bazen değersiz hisettirdim sana kendini, özen göstermedim, zarar verdim. Çizdim ruhunu pek çok kere. Belki elimde tutamadım, müsaade ettim kayıp gidişlerine defalarca, istemediğim halde. Uzun zaman yüzüne bakmadığım da oldu ama hiç eksik etmedim seni yanımdan her şeye rağmen. Hep önceliklerim arasında oldun ve seçimlerimi sana göre yaptım çoğu kez, yanımda olman için. Nereye gitsem yanımda ol istedim. Sonra çizikler içindeki kapkara ruhuna pembe çiçekler açtıran da ben değil miydim? Peki her şey tastamam gözükürken neden bırakıp gittin beni? Üstelik sana o kadar ihtiyacım varken, büyük bir neşe ve hevesle sana sarılmışken.. Efendim? Gidişinin de mi bir nedeni vardı? Tıpkı gelişin gibi o da kendimi tamamlamam için miydi? Hmm, senin yerini tutacak pek çokları var demek. Ama onlar her istediğimde yanımda olamıyorlar ki. Hem ben seni seçtim, seni sevdim. Seni uğurlamak için baktığım yerde mi bulacağım boşluğunu dolduracak olanı? Demek o daha çok ihtiyaç duyduğum şimdi fark etmesem de. Bu karanlıkta zorlansam da.. Peki, güveniyorum sana. Dediğin olsun. Evet, tabii ki onu da sevebilirim. Ben kendime dönüyorum o halde. Ama seni özleyeceğim, bil.

25 Aralık 2008 Perşembe

her şey sevgiyle başlar

25 Aralık 2008 Perşembe
geldiğinde yaprakları kurumuş, toprağında bir damla nem kalmamış ve toprak seviyesi yarıya düşmüştü. yaprakları o kadar tozluydu ki, nasıl nefes alıyordu bilmem.

şimdiyse keyfine diyecek yok. bir tomurcuk patlatıverdi bile kenarından.

"bir kişi bulur
ikincisi tohum eker
sonra yeşillenir çiçekler
hadi gel, senin zamanın artık
yürüsene benimle..."

(bülent ortaçgil)

24 Aralık 2008 Çarşamba

24 Aralık 2008 Çarşamba
gün içinde pek çok farklı tanımı olan huzurun gün sonundaki hali. yalın hali...

22 Aralık 2008 Pazartesi

sıradan

22 Aralık 2008 Pazartesi
+Alo! N’aber, müsait misin?
-Müsaitim müsaitim, sen?
+?!?!

Seramik fevkalade keyifli gidiyor. Ortaya çok güzel şeyler çıkıyor. Ve ben o kadar çok şey yapmak istiyorum ki… Çoğunda istemekle kalıyorum gün 24 saat, hafta 7 gün olduğundan.

Güzel kararlar aldım. Güzel bir yol çizdim. Tabii o kadar çok harici etken var ki, bunda da istemekle kalabilirim. Ama olsun, denemeye değer. 6 yılımı heba etme pahasına da olsa…

Volkan geldi bile. Onu burada kötü sürprizler bekliyordu. O yüzden görüşmemiz biraz gecikti. Yorumlarıyla öldürdü beni sırtımda kocaman sırt çantasını görünce. Ama içindekileri görünce bir kez daha saygı duydu :) Keşke gerçekten Volkan’ın gözünde olduğum gibi bir insan olabilsem…

Dün metrobüste bir şey oldu. Sıradan... Ama o kadar güzel hikâyeler yazdım ki kafamda bu sıradandan. Gerçekleşmedi. Güldüm geçtim.

Ülkü hanıma sürpriz doğum günü yaptık dün gece. Aslında Salı günü doğum günü. Kapıyı pastayla açınca “Ama bugün değil ki” dedi gayet donuk. Meğer altında başka neden varmış. Şoktaymış yavrucak. Sağlıklı ve mutlu bir ömrü olsun. Dün gece o kadar güldürdü ki bizi, boğazım ve yanaklarım hâlâ acıyor. O da hep gülsün.

Yılbaşı tebrik kartlarımı yarın postalıyorum, hala bundan çok mutluluk duyduğunu bildim 2-3 kişiye.

19 Aralık 2008 Cuma

hey man

19 Aralık 2008 Cuma
bu da olsu sonunda. filmi alt yazı seçmeden izlediğimi filmin yarısında bir cümleyi tam olarak anlayamayınca fark ettim. aslında azıcık geri alıp tekrar dinleyince bir eksiklik olduğunu düşünmek geldi aklıma.
allahım sen aklıma mukayyet ol
Ellerini kurulamak için illa ikinci kağıt havluyu alanları,
İki dk önce giren sifonu çekmiş olmasına rağmen girer girmez tekrar çekenleri,
Sofrayı toplarken musluğu ­-sonuna kadar- açık bırakanları,
Aldıkları her şeyi ayrı poşete koyanları,
Biraz daha kalın giyinmek ya da camı açmak yerine hemen klimaya saldıranları,
Kısacık mesafelerde bile zorunluluk olmadığı halde özel arabasını kullananları,
Bir şeyler anlatırken hiç gerek olmamasına rağmen illa kağıt kullananları, hatta her madde için ayrı kağıt harcayanları
anlamıyorum. Anlamak da istemiyorum. Hatta onların benim dünyamda yaşamalarını da! Bencillik mi? Evet, ama benimki değil, onlarınki. Nasıl oluyor da idrak edemiyorlar bu evrenin sahibi olmadığımızı, sadece içerisinde küçücük bir nokta olduğumuzu ve ona uyum sağlayarak yaşamak zorunda olduğumuzu. Onu bize uymaya zorlayarak değil. Hayır, eğitimle filan da alakası yok. Eğer çaycı teyze bunlara dikkat ediyor ve fakat o çok kültürlü ve bilgili müdür bey hiç umursamıyor, “aman ne olacak” diyorsa.. Yanlış nerede? Kendini her şeyin merkezinde sanarak yetişen/yetiştirilen bireyde belki de.


Geçen gün belediyeyi aradım çöpleri ayırmakla ilgili. Çünkü çöplerin dairede ayrılıp kapının önünde aynı kutuya girmesi insanın canını yakıyor. Orda aynı kutuya girmezse kamyonda birleşecekler dedi telefondaki ses. Türkiye henüz buna hazır değil.

Ne acı.. Ne bileyim -en yüzeyselinden- ne hakkımız var kutup ayılarını evlerinden etmeye?

Bir tek benim mi içim acıyor yapıları hiç uygun olmadığı halde asfaltta yürüyen horozlar, köpekler görünce?

Boşver.

*kartuşun bittiğini farketmeyip aldığım yarısı silik çıktıyı tekrar çıkartacak zorunda olmanın vicdan azabı içerisindeyken tuvallete gidip gördüklerimden sonraki sinir harbiyle yazılmıştır. Ben üç sayfanın hesabını yaparken..

hediye

İnternetten sipariş vermeyi –hayal kırıklığına uğrama ihtimali çok düşük olduğundan özellikle kitap siparişi- çok seviyorum. Hele heyecanla gelmesini beklemeyi, daha çok..
Bir de kendime çok beğenerek aldığım bir şeyi hediye paketi yaptırmayı.. Sonra büyük bir keyifle açmayı..
Bir de tomurcuk veren çiçeklerimi.. Hediye misali onlar da. Ne zaman geleceği pek belli olmuyor.
Şimdiye kadar gül yetiştirmeyi hiç becerememişken, doğum günü hediyesi gülüm 3 tomurcuk verdi. Kuruyacak diye beklerken..
11 kitaplık siparişim yolda.. Bugün, yarın gelir.
Evde açılmayı bekleyen hediye paketim de var :) Kıpkırmızı...

Başka bir nedene gerek var mı mutluluk için?

18 Aralık 2008 Perşembe

fizyoterapist

18 Aralık 2008 Perşembe
İnsan vücuduna elektrik verilirken tatlı tatlı uyuyakalır mı? Üstelik sadece 15 dakikalık seansta. O kadar güzel geldi ki o uyku, ne şekilde uyandığımı söyleyerek bu güzel anı mahvetmek istemiyorum :)

Ne işin var elektrikle içeri mi düştün diyenlere, pazartesiden beri fizik tedavi görüyorum. 15 gün sürecek. Yaptıkları işkenceler elektrikle sınırlı değil üstelik. Darağacında da sallandırıyorlar. Allahtan şimdilik altımdan sandalyeyi çeken yok.

İşin kötüsü başladığımdan beri daha önce olmayan ağrılarım çıktı piyasaya. Bakalım, gidecek mi fıtık kardeşçikler..

17 Aralık 2008 Çarşamba

har

17 Aralık 2008 Çarşamba
"insanın ruhuna erişeceksen, deliğinden değil yarasından gireceksin"

(murat uyurkulak)

15 Aralık 2008 Pazartesi

15 Aralık 2008 Pazartesi
iş yeri telefonumdan aradım babamı. ses çok net olmadığı için kendimi tanıtma ihtiyacı hissettim. yabancı bir numara ne de olsa. ama ne diyeceğimi şaşırdım. babamın tek çocuğu olduğuma göre baba demem yetecekti gerçi ama "baba, neşe ben!". çok enteresan değil ama kavram karmaşasında boğuldum yine de. paradoks gibi bir şey :)

14 Aralık 2008 Pazar

ayrıntılar

14 Aralık 2008 Pazar
giderken, oraya yerleşmek de vardı aklıma. şöyle alıcı gözüyle bakmak. baktım sevmek üzre. ama yok. ben ki girdiğim dükkanlarda esnafla konuşmaktan büyük zevk alırım, suratsızın teki oldum orada. insanların arasından sıyrılıp yavaşça tek başıma yürümeyi yeğledim. o da güzeldi gerçi, ama bana göre değil.

görmek istediğim yerlerden bir tanesi daha eksildi; beypazarı. ama liste o kadar uzun ki, ömrüm vefa eder mi bilmem. beypazarı'na gidince tarhana çorbası içmeden, beypazarı güveci, yaprak sarma ve 80 katlı baklava yemeden dönmeyin diye okumuştum hep. hepsi güzel de, höşmelim diye bir tatlısı var ki, insan resmen kendinden geçiyor yerken. alırken özellikle uyarıyorlar içinde peynir yok, farklı bir tatlı diye. öyle, şerbetli un helvası gibi bir şey. haksızlık ediyorum ama bu tanımla. herşey bir yana sırf höşmelim için ayda bir gidilir.

zeynep ve sevinç hanımlar pek güzel ev sahipliği yaptılar, canlar. ankara'da görmediğimiz yer kalmadı desek yeri. anıtkabir, eski meclis, ulus, ankara kalesi, rahmi koç müzesi, tandoğan, kızılay, atatürk orman çiftliği, akçabayır... eller ve ayaklar soğuktan uyuşmuş vaziyette fakat yine de çok keyifli ve dolu dolu bir üç gündü. tek eksiğim sardunyacık oldu. olsun, başka bahara..

sahi, caner'i ankara'ya askere yolladık dün akşam. yemin töreni hafta sonu olabilen bir şeyse üç hafta sonra yine gidebilirim ankara'ya. sırf tren yolculuğu için bile değer zira..

13 Aralık 2008 Cumartesi

ankara

13 Aralık 2008 Cumartesi
insanı yalnızlığa iten şehir..

7 Aralık 2008 Pazar

fırın

7 Aralık 2008 Pazar

Çok uzun zaman olmadı hayatıma gireli ama fark ettim ki en büyük huzur kaynağım kendisi. Karşısında oturup onu izlemek öylesine mutlandırıyor ki. Bir de sağı solu asla belli olmuyor. Sürprizlerle dolu. Heyecanlı. Mesela özene bezene hazırladığın kek kabarmayabilir, ya da boyalar beklediğinden çok farklı renkte çıkabilir, çatlayabilir. Ama olsun...


Zaten her şey bir yana onunla buluşana kadar yaptığın hazırlıklar yeterince huzur verici. Mesela boyayla birlikte sıkıntılarını da bırakıyorsun fırçanın ucundan tabağa. Keki çırparken ruhunu da çırpıyorsun. Ters yüz ediyorsun kederini neşeyle. Ya da kili yoğururken sıkıntıların ona yapışıyor. Kimi zaman lime lime ediyorsun bıçağınla kimi zaman iyice eziyorsun merdanenle. Sonra da güzelliklere dönüştürüyorsun parmaklarının ucunda.


Bir şeyler çıkarmak ortaya, o kadar keyifli ki. Ve etrafındakileri mutlu etmek o minicik şeylerle. Bazen bir kurabiye, bazen bir kitap ayracı, bazen bir duvar tabağı... Ama her zaman sıcacık bir gülümseme!

5 Aralık 2008 Cuma

5 Aralık 2008 Cuma
bugün küskün bir gül var masamda
bütün ayrılıklardan arta kalmış
ayrılık usulca büyür içimde
sonra usulca uzaklaşır

aramızda ne yer var, ne de zaman
ne başka bir yüz, ne başka insan
ayrılık saksıdaki çiçeklerimiz gibi büyür
sessiz ve nedensizce durmadan

(ezginin günlüğü)


2 Aralık 2008 Salı

gemi

2 Aralık 2008 Salı
ah, küçücük gemi, sulara attın şimdi kendini, delisin
ah, yakarlar seni, dönmezsin bir daha geri, delisin

ah, deniz olayım, tuzumu rüzgârda savurayım, deliyim
ah, ne yelken ne yel, köpüklerde kaybolayım, deliyim

kime sorsam dönüşüm yok
nereye gitsem mavi
yelkenimde deli rüzgâr
her yanım tuz, deliyim

ah, peşimde rüzgâr, ne yağmurlar dost ne bir kıyı var, deliyim
ah, düşlerim kaldı, yalnızım düşlerim kaldı, deliyim

ah, yaralı kalbin, sönüp gidecek yaralı kalbin, delisin
ah, küçücük gemi, dönmezsin bir daha geri, delisin

kime sorsam dönüşüm yok
her gemi biraz deniz
her yanım mavi, her yanım yel
her yanım tuz

1 Aralık 2008 Pazartesi

için için yanıyor, yanıyor bu gönlüm

1 Aralık 2008 Pazartesi
Rüyamda bu çiçeğim yanıyordu. Evden çıkmak üzereyken salona bir dönüyorum çiçek alev almış. Hemen alev alan kısmı kesiyorum, arkamı bir dönüyorum yine alevler. Çiçeği banyoya götürüyorum musluğun altına. Bir türlü sönmüyor. Saksısını parçalıyorum, çiçeği lime lime ayırıyorum, yok. Sonra için için yanıyor, söndüremiyorum diyorum. İçin için... Ama ne yazık ki dışımdan söylemişim bunu. Annem uyanmış. İçin için yanıyor deyince ben, benim içim yanıyor sanmış, sabaha kadar uyuyamamış. Üstüne üstlük bugün de ortalığı velveleye vermiş. Neşe çok üzgün galiba depresyonda, gece böyle böyle sayıkladı diye. Gece rüyanda ne gördün deyince anlattım. Çiçek için için yanıyordu.. Kahkahayı bastı bu sefer. Ben de sen için için yanıyorsun sandım, bütün gün çok üzüldüm diye. İlahi anne! Can anne..

sobe!

OnurCUK’un oyuncu kişiliğiyle bizi de içine almış oldu bu ebe-sobe olayları. Ziza da sağ olsun beni sobelemiş ve şu sorulara cevap istemiş. Aslında vermezdim de bir anda yüzüne fener tutup “nöşöö” deyişi geldi gözümün önüne, tırstım :)

1.Blog yazmaya ne zaman başladın?
5 Ocak 2008’de bitirme tezimi hazırlamaya çalışırken. Hani hep ihmal ettiğin şeyleri dersten kaçmak için kullanırsın ya. Örneğin ben tanburu sadece ertesi gün sınavım varsa çalıştım. Ondan beceremedim belki müziği. Neyse, sorumuza dönelim; dersten kaçma bahanem bu defa Özgür’de görüp beğendiğim blog oldu :)

2.Blog yazısı konularının belli bir çizgide olmasına özen gösteriyor musun?
Hayatım boyunca hatıralara düşkün bir kişiydim. Anı biriktirici.. Ama güzel cümleler kurmayı beceremediğim için çok nadiren yazdım. Genelde selpak paketleri, tren biletleri, mumlar vs biriktirdim. Ne zaman görsem o nesneyi, o gün tamamen canlandı gözümde. Bu blogun da amacı bu. Evim çöp eve dönmesin diye artık nesne biriktirmekten vazgeçtim(büyük oranda). Notlarımı buraya düşüyorum. Okuyucu sayım da bir elin parmaklarını geçmediğine göre belli bir çizgide olmasına özen göstermeme gerek olmadığını düşünüyorum. Toplumsal bir görev üstlenmiş değilim zira bu blogla. Not defteri niyetine..

3.Blog yazmayı ne kadar sürdüreceksin?
Maymun iştahlıyımdır. Anı biriktirmekten vazgeçmem belki ama anı kumbaram form değiştirecektir muhtemelen. Dolayısıyla bu blogun ömürlük olacağını düşünmüyorum.

4.Blog yazmak senin için eğlenceli bir uğraşken, şimdi artan bekleyiş yüzünden senin için bir zorunluluk haline geldi mi ?
Sardunya’ya artık daha mı fazla yazmam gerekiyor dediğimde, eğer öyle olsaydı gazetede birer köşe kapardık, burası keyif işi demişti. Öyle sahiden…

5.Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor musun ?
Edemediğim için istediğim kadar sık yazamıyorum. Belki bir gün bilgisayar konusunda iradeli bir insan olursam diğer şeylerden feragat etmeden istediğim kadar sık güncelleyebilirim. Ama bilgisayarı açmam demek en az 3 saati onunla geçirmem demek olduğundan yazacaklarımı erteliyor, sonra da unutuyorum. Neticede bazı şeylerden feragat etmemek için blogdan ediyorum :)

6- Bloga yazılan yazıları ve yorumları en fazla yazarının okuması gerçeği hakkındaki fikirlerin nedir?
Dediğim gibi anı kumbaram bu blog, açıp açıp saymayacaksam içindekileri neden biriktiriyorum :) Ama takip ettiğim bir iki blog var ki, eminim yazarından çok daha fazla okumuşumdur yazıları. Yazarına ve yazdıklarına onların kendilerine verdiğinden daha fazla değer veriyorsanız bu gerçeği değiştiriyor olabilirsiniz yani :)

Mızıkçılık yapıp “o ne be” diyeceğini bildiğim halde “Özgüürrr sobeee” diyorum. Hadi koçum, utandır beni :)

30 Kasım 2008 Pazar

sevdikçe

30 Kasım 2008 Pazar
deniz üstü bir dolunay
gece hükümranlığa aday
üstümüz başımız pul olmuş canım
deli rüzgar kimin umrunda

sevdikçe daha da güzelsin
dalgalar yosun saçlarında
bırak deniz üstümüze gelsin
yıkanırız sarhoşluğunda

masum görünen mesafeler
azalır bu aşkın etkisi
dudağına yapışan sözler canım
sevişmelerin habercisi

sevdikçe daha da güzelsin
yıldızlar yanar gözlerinde
aşk için şarkılar söylensin
tutuşalım namelerinde

sevdikçe daha güzelsin
sevildikçe en güzel
söyle birtanem söyle
bizim şarkımız mutlu biter

gökte öyle çok yıldız var ki
uykuya çağırır gözleri
hayal kurmanın zamanıdır canım
sessizliğe yum sözlerini

sevdikçe daha da güzelsin
dalgalar yosun saçlarında
bırak deniz üstümüze gelsin
yıkanırız sarhoşluğunda

keyif

Dün Zeynep geldi. Bulgaristan dönüşü, Ankara'ya geçerken bir uğrayıverdi.
Çok keyifli bir gündü. Hafif hafif yağan yağmurun altında, İstanbul'un en sevdiğim sokaklarında ve çok sevdiğim insanlarla.

Dostluk keyfi

Eski sokaklar keyfi

Eski evler keyfi

Kahve keyfi

doktor

Unutkanlıklar tavan yapınca doktora gittim geçtiğimiz salı ve çarşamba. Tahliller, röntgen, mr.. Röntgende boyun düzleşmesi çıktı. Hande ile konuşurken benim de ilk teşhis boyun düzleşmesiydi ve şikayetler de aynı deyince mr sonucunu beklerken birazcık tırstım tabi. Neyse ki 4 tanecik fıtıkla atlattım(!). Şimdi 14 günlük fizik tedavi süreci var, bakalım. Fiziksel ızdırabım pek fazla yok da ruhsal ızdırabım fena. Doktora mr sonuçlarını göstermeye giderken mrı evde unuttuğumu otobüste farkedip, eve dönüp almak zorunda kalırsam, üstelik bu eve geri dönüşler her evden çıktığımda bir iki kez olursa, hele de yaşım henüz 22yken.. Üzülmeyip de ne yapayım. Di mi?

27 Kasım 2008 Perşembe

falım 2

27 Kasım 2008 Perşembe
sen aramasan o arar
sana aşkı dünya kadar
dinini de bilir çocuk
tertemiz bir ahlakı var

24 Kasım 2008 Pazartesi

heyecanlı

24 Kasım 2008 Pazartesi
İlk çalışmalarımı dün Süreyya hocaya bıraktım fırınlasın diye. Çarşamba akşamı pişecekler. Sabırsızlıkla ve heyecanla bekliyorum. Kusurları piştiği zaman çıkacak zira.

ıssız adam

Gidemedik bi türlü. Geçtiğimiz iki haftada Özgür'ün işi vardı ıssız adam'a ayırdığımız günlerde. Bugün en sonunda gitmeye karar verdik. Tam çıkacakken Özgür annesine siz de gelsenize dedi. Bu sefer annem, Selime teyze, Özgür, ben cümbür cemaat yola koyulduk. 19:15'te hem Migros'ta, hem Fox'ta vardı. Fox'a burun kıvırdılar hanımefendiler aman salonu nasıldır diye. Migros'a gittik. Gişelerde bir kalabalık. Kuyruk uzunluğu bir tarafa, bir insan güruhu vardı resmen. Apar topar Fox'a geçtik. Film başlayalı 15 dakika olmuştu ve haliyle giremedik. Tekrar Migros'a bu sefer 20:40 seansına gidelim dedik. Film iki ayrı salonda oynuyordu çünkü. 8 gibi biletlerimizi aldık, biraz dolaştık. 20:35'te salona doğru ilerlerken biletimize bakan görevli daha 1,5 saat var geçmek istediğinize emin misiniz demesin mi? Nasıl yani derken bir baktık 20:40 yerine 22:05'e bilet vermişler. Üstelik 20:40 diye belirtmemize rağmen. Yetkili kişinin terbiyesiz üslubuna hiç değinmiyorum bile. Bilet parasını alıp geri döndük. Nasıl çingenelik yaparım diye düşünürken aklıma card finansla ödediğimiz için verilen ücretsiz mısır kuponu geldi. Patlamış mısırımızı alıp tıpış tıpış döndük evcağzımıza.
İnanıyorum, bir gün izleyeceğim bu filmi. Zaten peçete almayı unutmuştum yanıma :)

falım


düşünme kara kara
kanamasın bu yara
büyüklük sende kalsın
yine sen onu ara

23 Kasım 2008 Pazar

kahvaltı neşesi

23 Kasım 2008 Pazar
ismini verip de rencide etmek istemediğim bi arkadaş var her hareketi şoparlık olan. son zamanlarda odasında yerde uyku tulumunda yatıyor mesela yatağı dururken. aynı kişi 99 depreminde koşarak yanına gelen annesi tarafından yorgan kılıfının içine başını dışarıda bırakacak şekilde girip üstüne bir de kılıfın düğmelerini iliklemiş şekilde bulunmuş. sabah sabah kahvaltı edemedim haline gülmekten. şopar yeaa

21 Kasım 2008 Cuma

zilli

21 Kasım 2008 Cuma
birlikte hayalini kurduğumuz şeyleri teker teker yaptığı için aslında içten içe kıskanıyorum. ama iyi ki yapıyor :)

bugün


20 Kasım 2008 Perşembe

20 Kasım 2008 Perşembe
sardunyanın kulak çekmesi vesilesiyle;

http://kampanya.annecocuk.com/index.php?id=2

19 Kasım 2008 Çarşamba

rüya tabirleri

19 Kasım 2008 Çarşamba
Buyrun yorumlayın bakalım şu rüyayı;

Yerde küçük bir demet -5-6 sap- karanfil buluyorum ama hepsi tomurcuk(1). Hiçbiri açmamış. Sonra onu alıp çiçekçi aramaya koyuluyorum(2). Bir tane görüyorum kalabalığın ortasında büyükçe bir tezgâhı olan çingene amca. Ona gidiyorum bu 5-6 sapı veriyorum. “Bunlar senin olsun başka bir demet alacağız biz” diyorum. İlkokul öğretmenimiz Aynur öğretmene(3). Adam ayva dilimleri koyuyor demetin içine. “Yok” diyorum “sadece çiçek koy, çiçekler daha güzel gözüküyor”. Sonra avokado koymaya kalkıyor(4). Bu sefer de “avokado hem pahalı hem güzel gözükmüyor” diyorum. Adam “gelsene biraz” deyip arka taraftaki çadırın arkasına götürüyor beni. “Ben kendim üretiyorum bunu. İthal etmeye gerek yok ki her şeyi. Biraz tohum çalışması yaptım bir de uygun ortam hazırladım tamam. Hem de çok ucuza satabiliyorum böylece” diyor(5). “Hmm” diye geçiriyorum içimden “benim eksiğim burada galiba”

Şimdi gelelim bu rüyanın nerden çıktığına;

(1) Kalyonlu tabak bittikten sonra karanfilli bir pano hazırlamayı düşünüyorum ve bu aralar düzgün bir karanfil motifi arıyorum
(2) Bu sabah çiçekleri sulamak için saatimi 15 dk erkene kurmuştum.
(3) Pazar günü Aynur öğretmenle görüşeceğiz. Üstelik çoğu ilkokul arkadaşıma da haber saldım. Ben zaten onunla bağımı hiç koparmadım da, bu seferki kalabalık onu epey mutlu edecek.
(4) Dün bize gelen komşu anneme haftada iki kere avokado yemenin bilmem neye iyi geleceğini söylüyordu. Sanırım kansızlığa.
(5) Son zamanlarda okuduğum kitaplar, hayat hikayeleri ve izlediğim filmlerin de etkisiyle ülkemin son 60-70 yıldaki durumuna fena halde üzülüyorum. Endüstrileşmenin sürekli baltalanmasıyla ne kadar dışa bağımlı bir toplum haline geldiğimizin altı çiziliyor hepsinde.

Bir bilinçaltı kendini geceleri ancak bu kadar güzel açığa çıkarır :)

18 Kasım 2008 Salı

kaç

18 Kasım 2008 Salı
5 mühendis bozması bir araya gelip ancak bu kadar yaratıcı ve faydalı bir proje üretebilirdi. Sonu 4 kişili düşe benzemezse onun kadar masum olmayan ama ondan çok daha kolay bir işimiz olabilir. Tabi başlangıç sermayesi için bu yapılabilir. Daha sonra adam gibi bir şeye çevirmek şart. Arman duymasın ama ofis de fena olmaz hani :)

İstifamsı şeylere hazırlanıyorum. Belki bölüm değişikliği..

Üzerimdeki şu boşvermişlikten, aman ne olacaktan kurtulamadım hala. Cumartesi günü altından E-6 geçen insansız bir yerde yanıma yanaşan siyah jipin içine binmeye cesaret edebilecek kadar üstelik. Binince gördüm ki yaşlıca bir hanım teyzeymiş kullanan, o ayrı.

14 Kasım 2008 Cuma

ben yaptım

14 Kasım 2008 Cuma
Polimer kile merak sardım. Çok keyifli. Kolyen ne güzelmiş diyenlere "ben yaptım" demek ayrı güzel oluyormuş :)

kırılma

İki gündür camlarla alıp veremediğim var. Yeni alınan bir tencerenin cam kapağında küçük bir baskı hatası vardı. Dün onu değiştirmeye gittim. Dönüşte asansörün otomatik kapanan kapısı kapağın olduğu poşete hafifçe temas etti. Zaten ne kadar hızlı olabilir ki. Ve çaaattt! Cam tuz-buz. Bugün de spor salonunda saatim yere düştü. Ama yumuşakça. Kırılmış olabileceğine hiç ihtimal vermemiştim ama camı çatlamış. Sıradaki daha önemsiz bir şey olsun lütfen.

12 Kasım 2008 Çarşamba

oysa

12 Kasım 2008 Çarşamba
mutlu olmak için ne çok sebep var

kabus

Hep uyusam derken "ayakta uyumak"tan bahsetmiyordum. Ya da kabuslarımın gerçek olmasından. Dün gece rüyamda gördüğüm korkunç şey bugün gerçek oldu. Önce kendimi çok kötü hissetttim, sonra bunun artık kabullenmem gereken bir şey olduğunu düşündüm. Düşündüm. O kadar. Kabullenmedim. Sonra son 30 saniyesindeki huzur için bir saat pilates yaptım. Gözlerimi açtığımda kabullenmiştim. Ya da öyle sandım.

uyku

Pazar günü kendime süper bir pijama takımı aldım. Bukle battaniyeden bozma bi' şey. O kadar güzel ki, gece üstümü bile açıyorum. Üstelik kaloriferler yanmazken (bilen bilir ne kadar üşüyen bir insan olduğumu). Bazı bazı uyanıp kendime sarılmış buluyorum kendimi, peluş oyuncak misali. Bir de lavanta torbası astım başucuma. Arkada da yunus (dance of dolphins) ya da yağmur (rain in the nature) sesleri. Tam seremoni havasında geçiyor uykularım.

Hep uyusam..

10 Kasım 2008 Pazartesi

Aman teslim olmayın!

10 Kasım 2008 Pazartesi
Kulüp Grisel`de tangoların en beteri çalıyor; en sevmişi, en terkedilmişi, epey görmüş geçirmişi. Bakılmaz tango yaparken göz göze, sanılanın aksine. Gövdeyle ilgili bir meseledir, orada, pistin ortasında sürüp giden; kadınla ve tamamen erkekle ilgili. Fakat bir şey var, adımlar takip etmiyor birbirini. Ve adam, ihtiyar olan, belimden tutup sarsıyor beni. Gırtlağının en belalı dibinden, hatta belki karnının yaralanmış yerinden geliyor sesi: `Teslim olmuyorsun` diyor, `Sen, bu yüzden dans edemiyorsun!`

`Ne biliyor musun bu işin sırrı? Bırakacaksın kendini. Mutlu olmak istiyorsan teslim olacaksın. Hayatını mı mahvediyor çok sevdiğin? Bırak mahvetsin. Sen severken mahvolmayacak kadar değerli misin? Diyelim o kadar değerlisin. Peki o zaman üstat, o değeri harcamayıp ne halt edeceksin?`

tamamı...

9 Kasım 2008 Pazar

dikkaayt*

9 Kasım 2008 Pazar
Süreyya hocalarda mantı partisi verdik bugün. Annem açtı, Eylül ile ben kıymasını koyup kapattık. Özgür, Selime teyze, Sedat abi, Ekim ve Süreyya hoca ile birlikte afiyetle yedik. Sedat abi çok tatlı bir bey, çok sevdim. Almanya'dan Türkiye'ye arabayla gelirken yollarda çok fazla trafik kazasına rastladığı için ilk yardım kursuna gidecek kadar duyarlı, dün gece milonga dönüşü 6'da Süreyya hocalarda olalım dedikten sonra tam 18:00'da gelecek kadar da saygılı.

Asıl kayıt altına almak istediğim şey dikkatsizlikteki son noktam. Mantıları tencerenin içine tek tek atarken Özgür aradı bir şey lazım mı diye. Kapattıktan sonra telefonu çaprazdaki ocağa doğru koydum. Üzerinde yemek pişen ocağa, tencerenin altına doğru, alevin hemen dibine. Allahtan mutfakta yalnız değildim de hemen farkettik aptallığımı.

Bir de Cansu ile buluştuk bugün. Kahve içerken masamıza gökten peçete düştü. Üstelik kullanılmış. Rezil bir şeydi. Hmm, İstiklal caddesinde yürürken tramvaydan yüzüme tüküren velet kadar iğrenç miydi, karar veremedim.

*lisedeki beden eğitimi öğretmeni osman hoca tavrıyla

8 Kasım 2008 Cumartesi

pırtilingo

8 Kasım 2008 Cumartesi
Bakıp bakıp iç geçirdiğim panoları yapabilmek için ilk adımımı attım bugün. İçim pır pır! :) Çalışmamı kursta bıraktım diye içim gitti. Ama boyaları henüz kurumadığı için yolda mahvolacaktı. Mecbur bıraktım. Sanırım kursta ayrı, evde ayrı çalışacağım.
Başladığım her şey gibi etrafımdakilere oranla çok iyiydim başlangıç için. Haliyle korkuttu bu beni. Çünkü daha önce iyi başladığım nice şeyde sonu hep hüsran oldu. Umarım bu sefer hevesimi ve heyecanımı kaybetmem.

Vücudum bana garip oyunlar oynamaya başladı. Sürekli bir yerlerim seyiriyor; boynum, sırtım, karnım, kolum vs. Özellikle sol bacağım kaskatı olup kalıyor. Kalıyor derken yürümemi ya da hareket ettirmemi engellemiyor ama bir hafta boyunca ordaki kasın taş gibi sertleştiğini hissettim. Bir de aşırı unutkanlık... İş yerinde aşağıdan yukarı çıkana kadar yapacaklarımı unutuyorum. Öyle böyle değil. Sanırım yorgunluk ve strese bağlı şeyler hepsi ama durumum da o kadar rahat ki, stres ya da yorgunluk yaratacak bir şey yok. Neyse, bir iki hafta daha böyle sürerse görünürüz bir nörologa.

Dün pilateste yaptığımız hareketlerden birkaçını Meltem'e gösterdim. Bir tanesi de topun üzerinde hiçbir yere temas etmeden, süpermen gibi durmak. Top olmadığı için ufak bir taburede gösterdim. Meltem incecik vücudunu kaldırıp da duramadı kaslar kuvvetsiz olunca. Bunun üzerine annem çekil bakayım diyerek tüm cengaverliğiyle atıldı. O da pilatesçi bir bayan olarak yaptı haliyle. Yengem de denedi ve başarısız oldu. Derken ayakta zor duran 85 yaşındaki dedem bir hışımla ayağa fırladı ve vücudu dümdüz olamasa da ellerini ve ayaklarını aynı anda tamamen yerden kaldırıp küçücük taburenin üstünde süpermen gibi uçmayı başardı (maşallah diyoruz kendisine). Eski toprak diye boşuna demiyorlar di mi? Canım dedecik!

7 Kasım 2008 Cuma

bağ bostan

7 Kasım 2008 Cuma

Bağcık bağlamayı öğren artık Neşe! Bir ya da iki ayakkabını sürekli bağcıkları açık giysen, sorun bağcıklarda diye kandırabilirsin insanları. Ama hepsi öyle olunca sorunun sende olduğunu anladılar işte. Ya cırt cırtlı ayakkabılar al, ya da bir an önce bağcık bağlama dersi

6 Kasım 2008 Perşembe

oburcuk

6 Kasım 2008 Perşembe
Haftanın en az 3 günü düzenli olarak spor yapıp buna rağmen nasıl mı kilo alabiliyorum? Çünkü sağ olsunlar işçi abilerim sabahın bu saatindeki imalat turumda elime baklava ve bir avuç fındık sıkıştırmayı ihmal etmiyorlar. İmalat turu saat 10 civarına denk geliyorsa gelsin poğaçalar gitsin kurabiyeler. Yerimde olmam da bir şeyi değiştirmiyor aslında. Elmalar, eticinler masama yollanıyor. Bir de benimocumuz var ki sorma gitsin. Semirtip sonra kesecekler diye korkmaya başladım :)

Ben esmeri fındık ile
Ben esmeri fıstık ile
Ben esmeri badem ile beslerim

4 Kasım 2008 Salı

4 Kasım 2008 Salı
Dün gece saat 20:52'de 20:50 filmine(Mustafa) bilet almaya çalışırken Deniz hoca aradı gnctrkcll şifresi istemek için. Benimkini henüz kullandığımdan Elif'inkini isteyip yolladım. Ardından aramızdaki mesajlaşma:

+Cok sagol bebek :)
-Ne demek, iyi seyirler ;)
+Gute unterhaltung

:) Tabi Türkçe'nin mecaz anlatımlarına uzak biri olduğunu hesaba katarak "ne demek" yerine "rica ederim" demeyen bende kabahat :)

Film beklediğim, umduğum kadar iyi değildi ama güzeldi yine de. En azından bir şeyler yapmak için insanüstü bir varlık olmaya gerek olmadığını gösteriyordu tam da bu " bi şey yapmalı!" zamanlarında. Filmin bitiminde çıkmak için herkesin salondan çıkmasını beklemek zorunda kaldık bir de. Çünkü salonda tek ağlayan bendim. Çok kırocanım yahu. Ama n'apayım, son 20 dakikamı tamamen susmaya çalışarak geçirdiysem de beceremedim.

Devrim arabaları filminden habersiz (kırocan olduğumu daha önce söylemiştim) "Yarım kalan Devrim rüyası"nı almıştım iki hafta kadar önce. Mustafa filmiyle konuları çok çok ayrı tabii ki ama derinlerde ikisi de aynı şekilde etkiliyor bence. İkisi de "Bu ülke için bi şey yapmalı" dedirtiyor, çok geçmeden.

26 Ekim 2008 Pazar

aydınlığa erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir

26 Ekim 2008 Pazar
dün erkan oğur konserindeydik. "neden geldim istanbul'a (amerikaya)" türküsünden önce "ben o harputlu gibi okuyamıyorum, dümdüz okuyorum. eğitim adamı düzleştiriyor" dedi. sadece eğitimle yapmıyorlar tabi o çıkıntıları törpüleme işlemini. şimdi de bloggera erişim mahkeme kararıyla engellenmiş. herkes aynı düşünmeli çünkü, dümdüz. yoksa nasıl güdülür bu sürü? 40 yıl öncesinden bir adım ilerde değiliz ya, yazık.

21 Ekim 2008 Salı

21 Ekim 2008 Salı
Çalıştığım yeri seviyor muyum tiksiniyor muyum karar veremiyorum bi türlü.

Dün yok yere bir işçiyi gözümün önünde işten çıkardılar. Tek nedeni maaşının yüksek(!) oluşuydu. 700 lira maaş alıyormuş. Muhtemelen 3 ya da 4 kişilik ailesini geçindiriyor o parayla. Ve yine muhtemelen evi kira. Ve bu, yüksek(!) maaş alan biri. Gerisini varın siz düşünün.

Yeni bir projeye başlıyoruz. Bugün başlangıç toplantısındaydık ve proje hakkındaki düşüncelerimizi sıralıyoruz. Saygıdeğer Ferhat Bey diyor ki:
- Bu proje için herkesin değişime açık olması gerekiyor. Herkesi değişime davet ediyorum.
+ (gülümseme ve nezaketle) Ben değişime açığım demek oluyor bu o halde...
- Hayır, ben değilim.
Gülmekle ağlamak arasında kaldım bu cevaba, sonra da bastım kahkahayı.

Yine bugünkü haftalık üretim yönetimi toplantısındaysa sanki güne gitmişiz havası vardı ve konu benim evde kalışımdı :) Esma mayısta evleniyor diye yerine yeni biri başladı. Diğerleriyle ilk defa tanışıyor ve dolayısıyla diğerleri onun geliş, esma'nın ayrılış nedenini öğreniyor. Fakat bu konunun üzerinde durulmaktansa konu "e sıra Neşe'de, Neşe evde kaldı"ya geliyor. Ama ben daha çok küçüğüüümm desem de.

Sırf ben çalıştığım yeri seveyim diye masamın hemen yanına koyulan koca bir ağacım var (dracaena). Artık dünya masamdan daha güzel görünüyor.

Eğitim seviyesi genelde biraz düşük bir aile gibiyiz. Bazen sinir ediyor, çoğu zaman eğlendiriyor işte.

İsmail'i ziyarete gittik bugün. Çapa'da henüz teşhisi konulamayan bir hastalıktan ötürü yatıyor. Allah tez zamanda şifasını versin.

19 Ekim 2008 Pazar

eskici

19 Ekim 2008 Pazar
insan misafirliğe gittiği yerde yemek yediği tabağa göz koyar da bir de utanmadan ister mi? hayır, çingenelik değil, tabak bir öğrenci evi için fazla güzeldi ve kırılma ihtimali çok yüksekti. sadece korumaya almak istedim :) bu kapora, takımın kalanı birkan evi taşırken gelecek.

son zamanlarda arşivcilik huyumun önüne geçemiyorum. herkese ait mutlaka bir şeyler olmalı elimde. sanki onlar bende olmazsa değerleri bilinmeyecek, kaybolup gidecek sanıyorum. zaten bu eski püskü şeylere merakı olan, onları beğenen yok benden başka. herkes modern eşyalar peşinde. o yüzden anneannemin şamdanı, babaannemin lüksü, babamın dedesinin yaptığı minyatür saban, babaannemin çeyizinden kalan yün çorap, çetikler, anneannemin çeyizinden etamin işler, anneannemin babasının tütün tablası vs hepsini kolaylıkla sahiplenebiliyorum.

bayramda tekirdağ'a gittiğimizde babaannemin köyünü de ziyaret ettik. babam çiğdemleri görünce "aa babaannemin ektiği hasankoliler" dedi büyük şaşkınlıkla (çiğdeme orada hasankoli deniyor). çünkü kerpiç evin büyük kısmı bakımsızlıktan çökmüştü. koca ev, öyle ufalmıştı ki bir insan boyuna düşmüştü. kapıların neredeyse 40 cm'si yere gömülmüştü. ama hasankoliler, bundan en az 30 yıl önce ekilen hasankoliler, hala sarı sarı açıyorlardı. tüylerim diken diken oldu ve nevriye babaannenin hasankolilerini her gün balkonumda görebilmek ve sanki o yıllara tanıklık etmiş bu çiçekleri de oradan alıp korumama almak istedim. belki de bencillik, bilemiyorum ama birilerinin hatıralarını barındıran eşyalar bana acayip huzur veriyor.

17 Ekim 2008 Cuma

saat kaç?

17 Ekim 2008 Cuma
annemin uzun zamandır çekmeceler saat dolu duvarlarda bir tane yok yakarışına dayanamayıp reklam saatlerinden bir tanesini kullanılabilir hale getirdim.

pusula gayrımenkul yazısını kırmızı kağıt torba, telefon numaralarını da siyah kağıt torbayla kapattım. tabi gazetelerde gözlerine bant çekilmiş insanlara benzeyince iki tane de rastgele çubuk konduruverdim oldu sana bir tasarım harikası :) bordosu koltuklara, siyahı ve gri çerçevesi de yemek odasına cuk oturdu. içime de pek sindi.

klik

kapısı kilitli eve girmekten nefret ediyorum. yani anahtarla girmek değil de, anahtarı çevirdiğimde o "klik" sesini duymak ve evde kimse olmadığını anlamak beni acayip bir hüzne sürüklüyor. bulutların üstünde olsam bile o anda yere çakılıyorum.

sanırım bilinçaltına yerleşmiş çocukluğumu anımsıyorum. ben hiçbir zaman içinde anne olan bir eve girmedim çünkü. eve ilk giren, dolayısıyla o "klik" sesini duyan, buz gibi eve girince kombiyi/sobayı açan hep ben oldum. evde kimse yokken yazın ortasında bile üşümem bundan belki. tamamen psikolojik. yalnızlığı sevmemem de.

belki hayattan en büyük isteğimin "kendi çocuğunu kendi büyüten bir anne olmak" olması da bundandır. belki en büyük istek için biraz fazla sığ, ama böyle. hayatta beni en çok mutlu edecek şey bu.

tanrım, ne kadar duygu sömürüsü kokan bir yazı oldu

16 Ekim 2008 Perşembe

orion

16 Ekim 2008 Perşembe
orion'un şimdi de kırmızı ete alerjisi çıkmış. e zaten kansızlık yaptığı için beyaz et yiyemiyor. bildiğimiz vejetaryen oldu annesi gibi. artık vejetaryen ve ayak nemlendiricisi kullanan bir alman kurdumuz var.

15 Ekim 2008 Çarşamba

beep beep

15 Ekim 2008 Çarşamba
iki gündür eğitimdeyiz iş yerinde. aralarda çizgi film izleyip onlara stratejik açıdan filan yaklaşıyoruz. benim dışımda eğitim alan herkesin bölüm yöneticileri olduğunu ve benden 15-40 yaş büyük olduğunu düşünürsek çizgi filmleri aynı heyecanla izlemiyoruz tabi. herkes ciddi ciddi oturup izlerken ben çok eğleniyor, çok gülüyorum. özlemişim çizgi film izlemeyi. iyi oldu bu eğitim. hafta sonu çizgi film kuşaklarının saatini öğrenmeli :)

sizin çakalın road runner'ı yakalamak için izlediği süreçlerden haberiniz var mıydı? ya da başarısızlığının nedeninin PUKÖ döngüsünü uygulamaması olduğundan. hey gidi hey. haybeye izlemişiz yıllarca. o değil de şimdi oturup nasıl aynı masumiyetle izleyebilirim ki onlara da iş hayatını, stratejileri, misyonu, vizyonu bulaştırdıktan sonra.
geçen gün birini tanımlarken "gürbüz" demiştim de arman çok gülmüştü "bu kelimenin cümle içinde kullanılışını ilk defa canlı canlı duydum" diye. osmanlıca kelimeleri de çok seven biri olarak kullanımının beni şaşırtacağı çok fazla kelime olduğunu düşünmezdim. ama yolda iki çocuk şakalaşırken biri diğerinin burnuna vurdu ardından "burnunu kırayazdım" dedi. eğitim sistemine mi atmalı suçu yoksa bana mı bilmem ama -yazmak fiilinin tek örneği "düşeyazmak"tı benim için ve o da günlük konuşmada kullanılmazdı. işte o anda arman'ın hissettiklerini anladım.
üniversite 1. sınıftayken de aslı benden "muhtemelen" kelimesini kapıp sonra da kızmıştı sürekli kullanıyorum diye. acaba böyle, herkesin belli kelimeleri var da, aynı şeyin 3-4 adı bile olsa hep aynı kelimeyi mi kullanıyor onun için. öyleyse ne yazık. bu, bu kadar zengin bir dili bireysel düzeyde de olsa köreltiyoruz demektir. hele de bu köreltmeyi daha genele yayıyorsak, -yazmak fiilinin kullanılmaması gibi, daha kötü.
yarın kelimelerin pek kullanılmayanlarını tercih ederek kurmaya çalışacağım cümlelerimi. her zaman "muhtemel" diyorsam yarın "olası" diyeceğim. hem bir nevi beyin jimnastiği olur hem de cümlelerimi düşünerek kurmuş olurum. günde 15 çörek otundan iyi gelir bakarsın :)

10 Ekim 2008 Cuma

Farklı olanı bulun

10 Ekim 2008 Cuma
IMF: 1930'dan beri en tehlikeli şok
Erdoğan: Krizde korkulacak bir şey yok
İngiltere'den 200 milyar sterlinlik can simidi
Brown: Sistemin sağlığı için radikal adım attık
Trichet: Tabular olmadan hareket edilmeli
İtalyan bankalar da önlem bekliyor
TOBB: Tedbiri elden bırakmayın
ABD'de emeklilik fonları 2 trilyon dolar eridi
Büyüme için kötü sinyal
Volvo 3 bin 300 kişiyi çıkaracak

*www.ntvmsnbc.com

9 Ekim 2008 Perşembe

dengesiz

9 Ekim 2008 Perşembe
Hastayım blogcan. Yutkunamıyorum boğaz ağrısından. Fark ediyorum ki ben öğrenciliğimde bu kadar sık hasta olmazdım. Okula hastalık yüzünden devamsızlığım var mıdır onu bile hatırlayamadım. Acaba diyorum, bünye çalışma hayatını kaldıramadı da isyanlarda mı. Yaklaşık iki ay önce de mide bulantısı kıvrandırmıştı. Sabah işe gittiğim gibi tekrar eve dönüp uyumuş, uyumuş, sonra tekrar uyumuştum. Bütün gün, bütün gece. Hiç öyle hasta olup yorgan döşek yattığımı da, ateşimin yükseldiğini de bilmezdim. Neyse efendim. Zaten dünya da aynı dünya değil ki. Belki küresel ısınmanın bendeki etkileridir bunlar da. Olabilir tabi. Ne giyeceğini bilememe durumları. Mesela cumartesi günü Birkanların terasta milango yapacaktık. E tabi ona göre giyindim. Akşam için de panço filan aldım yanıma. Yolda giderken çok terledim. Dans da yalan olunca pançoyu boşuna aldığımı düşünmüştüm ama o akşam orda kaldığım için ertesi gün de aynı kıyafetleri giydim. Ve bir gün önce akşam serininde terleten kıyafetlerle ertesi gün öğle vakti üşüdüm. Rahmetli eniştemin anlattığı bir şey vardı: Atatürk kurtuluş savaşı zamanında her yöreden orduya katılmak için insanları çağırmaya gidermiş. Trakya’ya gelmiş sıra. Atatürk şöyle bir bakmış daha bakarken pardösüsü bir yana saçları diğer yana uçunca, buranın havasından hayır yok, insanından hiç hayır gelmez demiş. Belki Tekirdağlı olan babamı kızdırmak için eniştemin uydurduğu bir şeydir ama İstanbul’un havası tam olarak böyle, dengesiz. İnsanların da bulunduğu bölgenin ikliminden etkilendiği kabul görmüş bir gerçek olduğuna göre, dengesizliğimizin bir suçlusu da pekâlâ İstanbul olabilir.

Birkan’ın köpeği Carmen çok tatlı ve çok uslu. Orion’dan sonra evde köpek besleme işinden epey soğumuştum, Carmen tekrar ısıttı bu fikre. Bir köpekle uyumak çok huzur verici bir şey. Böyle yumuşacık. Hem de seni parçalayacak gücü varken sen ona kızsan bile sesini çıkarmıyor ya, işte o zaman hayranlığım artıyor bu hayvancıklara. İnsanların gösteremediği bir olgunluk neticede. Doğadan öğrenecek çok şeyimiz var.

Birkanlara girer girmez bir meze muhabbeti döndü. Ayağımın tozuyla hemen mutfağa girip bir hibeş yapıverdim. -Tabi Ahmet’in tahini homojen kıvama getirme çabasını göz ardı edemem.- Bütün insanlar Antakya mezelerini tatmalı. Harika lezzetler. Erkekler ve ben çok sevdik, kızlara biraz ağır geldi. Bu genellemede yanlış yerdeyim sanırım :) Ayrıca hibeş çok da güzel bir cips sosu oluyormuş. Tavsiye edilir. Tarifi için bir telefon uzağınızdayım :) Lafı gelmişken damla çikolatalı tarçınlı kekim de kapış kapış gitti. Süper, asla yüzümü kara çıkarmayan bir tarif o da.

Pazar günü dayımın oğlunun bebeği oldu, Ege. Çok tatlı bir şey. Şimdilik pek uslu gözüküyor. İnşallah öyle devam eder. Allah huzurlu ömür versin ona. Darısı başıma :)

17 Eylül 2008 Çarşamba

tereddüt

17 Eylül 2008 Çarşamba
İşte göründü yine
Ürkek ve dalgın âşık
Kendi yangınından kaçak
Mendilini yakıyor bak
Tereddütle seviyor

Gözleri yaz gecesi
Saçlarında yıldızlar
Yorgun ve mahçup sesiyle
Diyecek çok sözü varken
Tereddütle susuyor

Hayallerinde vardı
Böylesi bir sevdaydı
Öyleyse şimdi gönlü niye böyle karışıyor

Bir adım ötesi dönüşü olmayan yolun başında
Ya özgür, ya tutsak ve sarhoş bir sevdanın peşinde
Zaman duruyor işte o an

Bir adım ötesi dönüşü olmayan yolun başında
Ya da korkularına mağlup kırk küsur yaşında
Hayat dokunuyor yüzüne
Gecikmiş bir keder gölgesiyle

15 Eylül 2008 Pazartesi

15 Eylül 2008 Pazartesi
Aşıkım dersin belâ-yı aşktan âh eyleme

Âh edip ağyarı âhından âgâh eyleme

14 Eylül 2008 Pazar

Lâle

14 Eylül 2008 Pazar
Az önce "Lâle: Doğu'nun Işığı" adlı bir belgesel izledim İBB Kültür A.Ş. tarafından hazırlatılmış. Yine köklerinden dolayı kendiyle gurur duyarken insan, bir taraftan da hep aynı şekilde işliyormuş kafamız dedirtip hüzünlere gark oluyor.


Lâle milyonlarca yıl kendi halinde Pamir dağlarında yaşadıktan sonra Türk boylarının heybelerine girince kaderi değişir. Selçuklular tarafından Anadolu'ya getirilince, lâlenin yüzlerce yıl sürecek olan Anadolu saltanatı başlar. Çinilerde, kaftanlarda, şiirlerde hep lâle vardır. Yıldırım Bayezid Osmanlılar'da lâleyle anılan ilk sultan. Yıllarca savaşlara sırtında onu koruduğuna inandığı lâleli kaftanı olmadan çıkmamış.
Bu sıralarda -Kanunî zamanı- gittikçe güçlenen Osmanlı'ya pek tabii ki ittifak kurmaya yönelik batıdan elçiler gönderilir. Bunlardan Hollandalı bir elçi Osmanlı topraklarında hayatında ilk defa gördüğü çiçeğin ne olduğunu sormak üzere bir köylüyü yanına çağırır ve sarığında takılı olan lâleyi işaret eder. Köylü de sarığı kastettiğini zannederek tülbent der. İşte o tülbent daha sonraları tulpan ve tulip olur ve lâlenin Avrupa yolculuğu başlar.
Avrupa'da, özellikle Hollanda'da lâle giderek önem kazanır ve hatta borsası oluşur. O kadar ki bir lâle soğanının bedeli, Amsterdam'da bir köşk almaya yetecek hâle gelir. Tüccarların artık lâle almaya para yetiştirememesiyle birlikte de borsa çöker ve lâle fiyatları bir hafta içinde %95 düşer.
Bu durumdan ders çıkaran Osmanlı lâle tüccarı sayısını ve lâle fiyatını sınırlandırarak benzeri bir durumun önüne geçer fakat lâle Osmanlı'yı başka bir taraftan vurur.
Bir döneme ismini veren lâle Osmanlı için savurganlığın simgesi haline gelir. 3. Ahmed'in lâlelere düşkünlüğü nedeniyle lâle adına hiçbir harcamadan kaçınılmaz. Bir zamanlar Osmanlı'dan Hollanda'ya gönderilen soğanlar artık Hollanda'dan alınmaya başlanır. Lâlelerin açtığı 4 hafta boyunca dönemin sadrazamı Damat İbrahim Paşa'nın fikir babası olduğu şenliklerde tam bir savurganlık hâkimdir. Lâle düşkünlüğü o kadar ileri seviyede ve padişah o kadar rahattır ki, savaşlara çıkılmaz olur. Dolayısıyla imparatorluğun en önemli geçim kaynağı olan ganimetler toplanamaz. Bunun yükü halka yüklenir ve vergiler artar. İran'dan da yenilgi haberi gelince esnaf artık dayanamaz ve Patrona Halil önderliğinde ayaklanır. 3. Ahmed tahttan indirilir, Damat İbrahim Paşa idam edilir. Bütün lâle bahçeleri yakılır, bütün lâle soğanları tek bir tane kalmamacasına yok edilir. Şeyhülislam Ebu Suud Efendi'nin çapraz dölleme ile elde ettiği taç yaprakları uçlarda iğne halini alan meşhur İstanbul lâlesi de bu isyan esnasında yok edilir. İstanbul lâlesi artık sadece çinilerde, mezar taşlarında ve resimlerde kalır.

21 Ağustos 2008 Perşembe

havadisler

21 Ağustos 2008 Perşembe
Blogçe, bu aralar pek bir koşuşturma, pek bir toplanma bahanesi oluyor. Güzel oluyor.

*Volkan’ı Amerika’ya yolladık. Gitmeden önceki cumartesi güzel bir fasıla gittik. Mekan ayarlama işlerini bundan sonra Begüm’e bırakmalı galiba. Keyifliydi ve kolpa, piyanist şantör eşliğindeki fasıllardan değildi.

*Biljana geldi. Ama Sabancı’da kaldıkları için sadece bir akşam görüşebildik. Olsun, kahve sözü kaldı. Bir kere daha gelmesini garantilemiş olduk böylece :)

*Altuğ’a sürpriz doğum günü yaptık. Annem de gelince annesine de sürpriz olmuş oldu. Bütün gece oğlumun doğum günündeki şu halime bakın diye sayıkladı. Resmini koyup koymama konusunda kararsızım. Altuğ çok şapşaldı :) Girer girmez “Neşe biliyor musun bugün benim doğum günüm” dedi arabada bekleyen pasta ve yolda olan Bekir ve Uğur’dan habersiz. Kıyamam. Aa öyle mi diye sosis üflettim ben de. Asıl tepkisiyse pasta geldiğindeki “anneee” deyişiydi. Nasıl bir ton öyle. 25 yaşındaki adamdan çıkması imkansız bi ses :)

*Altuğ’lara giderken arabanın el frenini indirmeye unutmuşum. Ele güne rezil olayım, utanıp bi daha yapmayayım diye yazıyorum. Balatalar yanıyormuş az kalsın.

*Bu aralar sürekli yeni bir şeyler yapmak, yapmaya çalışmak var kafamda. Ney’in deliklerini üstten açmak gibi mesela. Mütemadiyen saçmalıyorum.

*Hande’nin "iyi hissetmiyorum. kusura bakmayın ama, gelmeseniz olur mu" yüzsüzlüğüne yüzsüzlükle karşılık vererek 11 kişi ziyarete – akşam atıştırmasına gittik. Akşam atıştırması diyince sanki 5 dakikalığına komşuya geçmiş gibi oluyor ama aynı şehirde üstelik hiç oyalanmadan, üstelik otobüsle –otobüs bekleme hariç- 1 saat sürecek kısmını özel arabayla yarım saatte gitmemize rağmen 3,5 saat sürdü yol. İstanbul, büyük şehir vesselam.

*Bir çeyiz koşturmasıdır gidiyor. Meğer ne zor işlermiş bunlar. 1 ay sonra Ülkü ablanın düğünü var. Her şey çok hızlı ve sadece küçük pürüzlerle ilerliyor. İnşallah böyle gider. Bir de düğün için mekan bulabilsek :)

*Dans etmeyi özlemişim. Geçen pazar tango pratiğe gittik. Aradan geçen bilmem kaç aya rağmen iyi kotardım. Ne kadar süredir dans ediyorsun sorusundan da utandığımı fark ettim. Daha fazla vakit ayırmalıyım tangoya. Süriş’ten daha ses çıkmadı ama bu akşam büyük ihtimalle milongaya gidiyoruz arayı soğutmadan.

*Liseden kızlarla sonunda pazar kahvaltısı yapabildik Rumeli Hisarı'nda. Özellikle İlke'yi uzun zamandır görmüyordum. İyi oldu. Biraz eskiye özlem, biraz da adını koyamadığım duygular vardı. Azı karar çoğu zarar cinsten.

*Yarın Erdem’in mezuniyet partisi var. Jet pilotu olacak inşallah.

*Cumartesi Şelale, Jim, Ayla ve Arife geliyorlar. Bizde kalacaklar 1-2 hafta. Çok eğlenceli olacak eminim. Özellikle Ayla’yı, konuşup konuşmadığını, nece konuştuğunu merak ediyorum. Azeri bir anne, Hollandalı bir baba, İtalya, İspanya, Hollanda’da geçmiş 3,5 yıllık bir ömür. Onların bahanesiyle Sultanahmet’i, Kapalıçarşı’yı, Mısır Çarşısı’nı, Yerebatan’ı ve daha pek çok taptığım yeri göreceğim diye umut ediyorum. Çünkü fark ettim ki bünye haftanın birkaç günü hiç olmazsa yanlarından geçmeye fena alışmış.

*Özgür’ün doktor randevusu var 10 dk sonra. Umarım fıtık değildir.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

sinerjik

6 Ağustos 2008 Çarşamba
Çok tatlılar bu çalışanlar ya. Beni bile istemediğim, sevmediğim halde buraya bu kadar bağladılar ya, helal olsun.

Tavlamadan dolayı kararmış yarı mamuller içlerinde asit olan kazanlarda elektropolisaj işlemine tabi tutuluyor. Ürün olduğu gibi daldırılıyor bu kazana ve 12-15 dakika bekletiliyor. Kazandan ürünleri alan ve olağan dışı bir şeyler gören Halil'in söylediğine bakın hele :)

"Malların dışları iyi emmeee, içlerinden yeterince sinerji alamıyom."

Bu sabah laf arasında kahvaltı etmediğimi söylediğimde 10 dk içinde masamda olan 3 poğaça da cabası :)

5 Ağustos 2008 Salı

gülüMSe

5 Ağustos 2008 Salı
Süreyya hoca ms hastası olduğunu söylediğinde pek de önemsediğimi söyleyemem. Çünkü karşımda herkesten daha hayat dolu, daha enerjik, daha mutlu bir kadın vardı. Araştırma gereği bile duymadım nedir bu ms diye. Aslında Süreyya hocanın tek gözünün ms’ten dolayı görmediğini de biliyordum ama dedim ya, hiç de hasta bir kadın yoktu karşımda. Bu yüzden bu hastalık bende merak uyandırmamıştı. Sonra Süreyya hoca ms hastaları için yapılan bir toplantıya bizi davet etti. Özgür’le dans edeceklerdi. Ben salona girdiğimde hala ms’in ne olduğunun farkında değildim. Neden sonra kapıdan eşinin kucağında bir kadın geldi de, etrafıma bakmak aklıma geldi. Herkesin gözlerinde bir soğukluk, herkes mutsuz. Çoğunun adım atmaya cesareti yok. Cesareti yok diyorum çünkü Süreyya hoca, o gün yaptığı konuşmada hastalığın tek tedavisinin inanmak olduğuna ikna etti bizi. Yaşadığı bütün zorluklara rağmen, diğerleri adam atamazken onun nasıl da ayakta kalıp üstüne bir de dans ettiğini anlattı. Eşinin ona yaşattıklarına; eşinden ayrılıp, iki çocuğuyla bomboş dört duvar bir eve çıkmasına; işiyle ilgili bütün sıkıntılara rağmen nasıl da yere sapasağlam bastığını anlattığında salondaki herkesin gözünden yaşlar akıyordu. Dansın ardından doktoru ona koştuğunda ve sarıldığında Süreyya hocanın aslında ne kadar büyük bir iş başardığını ve ms’in aslında bir hastalık olduğunu kavrayabildim ve Süreyya hoca ile gurur duydum.


Şimdi Hande’ye de ms teşhisi kondu. Önünde Süreyya hoca gibi bir örnek olduğu için çok şanslı. Süreyya hoca hayatta her zaman dört ayak üzerine düşenlerden değil, aksine tepe taklak olanlardan. Onu hastalığı yüzünden şımartan ve onu üzmemek için elinden geleni yapan insanlar da yok etrafında. Ama Süreyya hoca çok güçlü bir kadın ve 20 senedir ms ile yaşıyor. Hande ms’in önce bu yüzünü tanıdığı için çok şanslı. Önünde hazırda Süreyya hocanın çizdiği bir yol var. Diğer yollardan gidenleri ben gördüm, hastanelere gide gele o da görecektir. Ama sakın ola bu insanlar onu umutsuzluğa sevk etmesin. Aksine onun kararının daha net olmasını sağlasın bu insanlar. Her iki ucu da gördüğünde ne yapması gerektiği konusunda en ufak bir şüphesi kalmasın aklında.
Hande de Süreyya hoca kadar güçlü bir insan ve o da ms’le yaşamayı öğrenecek...

D.N: Bir bakın şu sitedeki son 3 resme. 3 çalışma arkadaşı. Hangisi ms hastası?

13 Haziran 2008 Cuma

13. cuma

13 Haziran 2008 Cuma
batıl olmak istemem de.. bugün 13-cuma imiş.. bilmem ki :)

gazi

Blog gazi oldum!
Bugün üretimde dolaşırken durup hadi şu tornayı izleyeyim dedim. Amca sağ olsun bayağı detaylı gösterdi işi. Hatta yetmedi, yandaki tezgaha yönlendirdi. Orada vida açılıyormuş onu da göreyim diye. Bu arada ben de onlara daha dün iş güvenliği eğitimi vermişim ya artiz artiz uyarıyorum: "gözlüğün nerde niye takmıyorsun?". "daha yeni başladık ya işe ondan" diyor. ben de hemen eğitime gönderme yapıyorum: "ne demiştik, iş kazasının mazereti olmaz. ya şimdi gözümüze çapak gelirse, o zaman ne olacak?" neyse geçtim yandaki tezgaha. gözlüğüm yok ya tedirginim. tezgahın en uzak yerinde ve duvara yaslanmış izliyorum. diğer amca da gözlüksüz, makineyi durdurduğu anda onu da uyaracağım. derken o da ne?! gözüme doğru giderek büyüyen bir şey bi anda göz pınarımla burun arasındaki yere oturuverdi. refleksle hemen tuttum aldım ama sıcak parça olduğu için yapışmış tabi, o kadar kolay çıkmadı. şimdi izlere bakınca farkediyorum ki alana kadar bayağı bi yere değdirmişim galiba. neyse önemli bi şey yok zannedip izlemeye devam ediyorum. derken sıcağı geçip de yanmaya başlayınca "gözüme çapak yapıştı ya ben artık gideyim bari" diyerek sağlık memuruna gitmeyi akıl ettim. Efendim sağlık memuru fabrika dışındaymış. neyse olabilir deyip şanssızlığıma gülerekten revire gidip dolaptan bir yanık kremi alıp sürdüm hemen. 10-15 dk sonra sağlık memuru geldi. hemen hastaneye gidiyoruz dedi. Yok bi şey iyiyim desem de, anlamazsın sen, gözünün içine kaçmış olabilir deyip hastaneye götürdü. Nitekim bi şey de çıkmadı. Ama şimdi, tam da mezuniyet balosuna 10 gün kalmışken, işte bu haldeyim;


Dün de yatağıma giderken kapıya kafa attım zaten. hem de öyle böyle kafa atmak değil, resmen çarpıp geri sektim. var bende bu aralar bi şey, hayır ola.

11 Haziran 2008 Çarşamba

Kurbiş Hanım'a... iyi ki doğdu

11 Haziran 2008 Çarşamba
3 Ankara sevme nedenimden en somutu olan Kurbiş hanımın doğum günü bugün. Kutlu olsun.

Hayatı buz üstünde patenle kaymak kadar kolay, gece uzanıp yıldızları izlemek kadar huzur verici, tenis topu kadar hareketli olsun...

5 Haziran 2008 Perşembe

8-18

5 Haziran 2008 Perşembe
blog alışamadım henüz sana, kusuruma bakma. 2-3 ayda bir ancak aklıma geliyosun. neyse hayatımın gidişatını büyük ölçüde belirleyecek bir dönemdeydim. "çok radikal kararlar aldım, her şey çok güzel olacak" demek isterdim ama pek öyle değil durumlar. her şeyi kendi haline bıraktım. o kadar ki olası işler için görüşmeye bile gitmiyorum. şartlarını öğrenmeye bile tenezzül etmiyorum. hem yapmak istemediğim şeyler yapıyor, hem de durumu değiştirecek hiçbir şey yapmıyorum.
gerçi kendime haksızlık etmemem lazım. çoktan beri ertelediğim ve çoktan başlamış olmam gereken spora sonunda başladım. 1 ayı geçti. gayet güzel, düzenli ve keyifli gidiyor. bir de emin amca'yı ziyaret ettim mi belki hayallerimi gerçekleştirecek cesareti toplayabilirim. 5-6 yıl sonrası için çok güzel planlarım var. biraz uzun vadeli oluyor ama şimdiden çalışmam lazım. bu süreci uzatmak ya da kısaltmak benim elimde. şimdiden rüyalarımda onunla uğraşıyorum.
ah blog! bir an önce olması lazım. bu sabah 8 akşam 6 öldürecek beni.
bu aralar rüyalarım çok heyecanlandı. özlediğim herkesle özlem gideriyorum geceleri. garip yerlerdeyim, garip olaylarla karşılaşıyorum ama huzurlu uyanıyorum. aslında birilerini arama isteğiyle uyanıyorum da üşeniyorum, erteliyorum ve unutuyorum.

bir de blog, uyumadan önce masal dinlemeyi özledim!

25 Nisan 2008 Cuma

kapıyı çalınca bir gün sardunya

25 Nisan 2008 Cuma

sürpriz yapmak için müziği ayarlasa zamanlama bu kadar tutmazdı! önce şarkı başladı, ardından kapı çaldı, kapıyı açmaya giderken "kapıyı çalınca bir gün sardunya" bölümü, kapı açıldı karşımda, arkasında sardunyayla : ) ve arkasından bir kalanchoe, ve bir tane daha ve sonra da gül..
neresinden baksan sürpriz, neresinden baksan mutluluk..

yoğun baş ağrısı ve stresle geçmiş bir günün üstüne daha etkili bir ilaç ne olabilirdi ki?

18 Nisan 2008 Cuma

Parça parça gidiyorsun içimden

18 Nisan 2008 Cuma
Parça parça gidiyorsun içimden.
Tasını tarağını toplamadan,
Parça parça…


Gündüzsefası...
Hani kimi pembe, kimi mavi, kimi mor renkte,
Hani diğer ismi Kahkaha Çiçeği,
Hani sarmaşık olan çiçek…
Korkar karanlıktan,
Gündüzleri açar.
Salına salına etrafa edalar salar.
Her gören bir kez durur ve bakar bu çiçeğe.
Albenilidir.
Kısadır ömrü,
Nazlıdır.
Sayılı günler içinde gülümser etrafa olanca güzelliğiyle…

Bir de Akşamsefası...
O da renklidir,
Sarısı, pembesi, beyazı ve ebrulisi…
Güle benzer ama onun kadar sevmez gösterişi.
Yaza âşıktır.
Kokusuyla insanları çeker kendine,
Ah! Arsızlığına ne demeli…
Yeşil yapraklar arasından hesapsız, kitapsız ve bir o kadar fütursuz kendini sergilemesi yok mu?
Erişilmez yosma gibi,
Aklını başından alıp hayallerle yaşatır insanı.
Gecenin çirkefine inat yıldızları indirir gökyüzünden, durdurur zamanı, aydınlatır her bir yanı.
Yalnız akşamların yavuklusudur akşamsefası,
Sabahların hüzünlü vedası…

Ya manolya?
Beyazdır,
Bembeyaz, gelin gibi,
Nazenin ve saf…
O da yaza sevdalıdır.
Kokusu bambaşka, aklı baştan alacak kadar hoş kokulu.
Kendini sanki sevdalısına saklarcasına mahcup ve sadık;
Koklatmaz kendini başka burunlara çünkü.
İnat ederse başka burunlar;
Hemen solar, çeker gider bu diyardan.
Hüzünlüdür beyazı,
Gülümserken ağlar gibi,
Gözyaşını silerken sevinir gibi…


Sen giderken,
Yani içimden,
Yani parça parça…
Yüreğimden, gönlümden, aklımdan, ruhumdan, elimden gelmiyor bir şey.
Ne dön diyebiliyorum sana ne de kal.
Şiir de yazmak çare değil.
Sokak sokak dolaşıp adını haykırmak da ne değiştirebilir ki?
Ya da maziye dalıp mutlu anlarla halvet olmak ne verecek bana?
Seni getirecek mi geri?
Olmuş bir kere, çare yok.
İyisi mi çiçekleri düşüneyim dedim.
Öyle çok var ki, hangisinden başlasam…
Ne olursa olsun; maziye dalmaktan, şiir yazmaktan ve sokak sokak dolaşmaktan daha güzel.
Aklıma ilk gelenleri not ettim bir kenara;
Akşamsefası, Gündüzsefası ve Manolya…

Aslında onlar da fayda etmedi,
Fayda etmedi gidişine dur demeye.
Sahte unutmalara çare olmadı.
Hepsinde yine sen vardın zira.
Nazınla,
Arsızlığınla,
Beyazınla.
Yani
Parça Parça…

keşke bir çiçekle yaz olsa… başka çiçekler olmadan…

ebru yaşar seçen 2008
bahar

14 Nisan 2008 Pazartesi

mutluluk

14 Nisan 2008 Pazartesi
toprak kokusu, çiçekler, renkler..

tertemiz hava, deniz, huzur..

yanılgı

öylesine bir taş yığını mı?

içinde neler saklı..

21 Mart 2008 Cuma

polska

21 Mart 2008 Cuma

blogçe! sana haber vermeden polonya'ya gittim geçen hafta bi koşu. aslında gittik. 10 cücük, 1 kameraman, 3 müzisyen ve 1 tangocu. hem cücük hem tangocu olanları saymıyorum. neyse.. zaten cücükler demek eğlence demek, onu biliyorduk; makedon demek de eğlence demekmiş onu öğrendik bu haftada. çok keyifli geçti, çok şeker insanlar tanıdık. polonyalıların karar verme, idare etme yeteneklerinin olmayışına bolca kızdık. sonra nazi toplama kampı auschwitz'i gezdik. içler acısıydı. hele bunların sadece 50 yıl önce yaşanmış olması.. akıl alır gibi değil! mini mini ayakkabılar, kilolarca saçlar, boş bavullar, hücreler.. bir de o kasvetli hava. lafı gelmişken söyleyeyim: 23 martta cnbc-e'de schindler'in listesi var. izlemeli. efkârlandım yine blog!
şimdilerde bol bol makedonya hayalleri kuruyorum. trenle mi gitmeli, uçakla mı gitmeli.. ne zaman gitmeli.. bu gidişle işten atacaklar beni.
iş demişken.. geldikten sonraki ilk 4 gün toparlanamadım bi türlü. bu koşturmacanın içine girmek çok zor geldi. ilk gün sınav, 2. gün sunum sonra iş, sorumluluklar.. ama yine alıştık işte blog! alışkanlık kötü şey. böyle giderse yapmak istediğim hiçbi şeyi yapamayacağım. alıştıkça hayallerimden vazgeçiyorum çünkü.
daldan dala atlayıp asıl anlatmak istediklerimi anlatamadım. krakow güzel memleket. gidilip görülmeli; makedonlar güzel insanlar, tanışılmalı diyerek satırlarıma son veriyorum : )

17 Mart 2008 Pazartesi

Јовано, Јованке

17 Mart 2008 Pazartesi
Јовано, Јованке                             Yovano, Yovanke
крај Вардарот седиш, мори Kray vardarot sediş mori
бело платно белиш Belo platno beliş
бело платно белиш, душо Belo platno beliş duşo
сè нагоре гледаш. Se nagore gledaş

Јовано, Јованке Yovano, Yovanke
јас те тебе чекам, мори Yas te tebe çekam mori
дома да ми дојдеш Doma da mi doydeş
а ти не доаѓаш, душо A ti ne doaygaş duşo
срце мое Јовано. Srtze moe Yovano

Јовано, Јованке Yovano, Yovanke
твојата мајка, мори Tvoyata mayka mori
тебе не те пушта Tebe ne te puşta
кај мене да дојдиш, душо Kay mene da doydeş duşo
срце мое Јовано. Srtze moe Yovano

29 Şubat 2008 Cuma

alesta!

29 Şubat 2008 Cuma

kalabalığın beni ne kadar mutlandırdığını bir kez daha tecrübe ettim blog! ertesi gün 3 saatlik uykuyla bütün gün çalışmama rağmen hala ağzım kulaklarımdaydı. bir de eve dönerken yağmur başladı, toprak kokusu filan.. daha da mutlandım. ah bir de eve gelince aynı kalabalığı bulsaydım...

olsun kalabalığım yoktu ama kalyonum oldu. ne zamandır yalvar yakar almaya çalışıyordum özgür'den o çini kalyonu da ömer amca dayanamamış herhalde bana bir kalyon hediye etti!
yelkenler fora!

bahar türküsü

bahar geldi, kendimi seçtim
kuşlar uçtu, kendimi aştım
seni ben yanımda bulunca değiştim, güzelleştim
söz etsen, yüzüm gülse
gel desen

yağmur yağdı, içim temizlendi
toprak koktu, içim renklendi
seni ben yanımda bulunca her şeyim çiçeklendi
ses etsen, yüzüm gülse
gel desen

21 Ocak 2008 Pazartesi

üç

21 Ocak 2008 Pazartesi
bademcik. haayıırrr. hükümet. hayıırrr. hükümet. espri miydi şimdi bu? gülmiycem. topshop. haayıırrr. küresel ısınma. gülmiycem. bak böyle de bi şey vardı. üfle bakayım. onun bi de böylesi var. dişleri kırıyor. vampir dişi takmış. leblebi tozu. küçük renkli kolonyalar. arı mayalı kokulu silgi. aşk bu mudur anne? kuzulu silgi midir aşk?

-çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman...

5 Ocak 2008 Cumartesi

bitirememe

5 Ocak 2008 Cumartesi

blog açmak için en uygun gün bugündü heralde. pazartesi teslimi olan bitirme projesini dün yazmaya başladım. bu akşam süslü milongamız var, orda olacağım. tanbur dersini ektim. olur da yazarım, belki de bitiririm diye. aslında çok planlı programlı bi insanmış gibi başlamıştım güne. duş, güzel bi kahvaltı filan üstüne gayet güzel bilgiler bulup yazmaya da koyulmuştum. nerden çıktı şimdi bu blog? neyse, hoşgeldik!
 
naeknhu © 2008. Design by Pocket