31 Mart 2009 Salı

anlamlı

31 Mart 2009 Salı
Birisi var. Ona bakarken aynaya baktığımı sanıyorum. Neden sonra fark ediyorum, ayna değil de o olduğunu karşımdakinin. Görsen kocaman sanırsın. Bir konuşmaya başlıyor, bildiğin çocuk. İstediği o kadar küçük bi’ şey ki ve çoğu için önemsiz; kimse anlamıyor. Ben anlıyorum. Ben hissediyorum onun hissettiklerini de o yüzden anlıyorum. Çünkü benim kendime bile söyleyemediğimi o hiç olmazsa bana söylüyor. Geçen gün bi’dolu şey yazmış. Okurken kendimi o kadar güçsüz hissettim ki, bu kadar mı belli ediyorum diye. Meğer ben değil, kendisiymiş anlattığı. Benim bırak dile getirmeyi, anlaşılmasından korktuğum şeyleri o bir bir dökmüş. Öyle de mert.
Keşke sevgimden daha fazlasını sunabilsem sana. Ne bileyim, bir kalkan mesela. Ya da duvar örsem etrafına. Seçici geçirgen bir duvar. Artık sana sarılırken canını yakmaktan korkmasam. Her sarılışımda, yüzündeki o ifade içimi parçalamasa. Çok mu?
Peki.

24 Mart 2009 Salı

faili meçhul kıyak

24 Mart 2009 Salı
Hadi bir oyun oynayalım :)
Adı da “Faili Meçhul Kıyak” olsun. Veya “FMK Hareketi!”
Ufak şeylerle insanları mutlu ederek mutlu olmak… Hem de anonim biri olarak!
Tanımadığımız birilerine ufak bir iyilik yapıyoruz ve o kişi bunu kimin yaptığını bilmiyor. Çıkar düşünmeksizin kıyak yapmak ve o kişinin mutlu olmasını sağlamaktan söz ediyorum.

Yaratıcılığa son derece açık. Önce bir kartımız var, ondan bahsedelim.
Basitce tasarlanmış bu kartın sekiz adetini bir A4′e yerleştirdik. Dilerseniz bu A4′ü basıp sekiz tanesini aynı anda elde etmek mümkün. [Standart yazıcılar keşke lamine baskı da yapabilse!]
Kart oyunun bulaşıcılığı ve devamı için gerekli. [Bir de "aa bak birisi burada ne unutmuş" denmemesi için!] Kime, ne zaman, hangi şartlarda bir kıyak yapacağımız da zaten belli olmaz. O yüzden bunları kesip cüzdanda taşıyoruz :)
Şimdi ilk etapta aklıma gelen birkaç fikir:
*Köprü gişesinde arkadaki arabanın parasını vermek ve hızla uzaklaşmak. Gişe görevlisinden kartı arkadaki arabanın şöförüne vermesini rica ediyoruz.
*Yaz sıcağında kalabalık bir belediye otobüsünün içinde buz gibi bir kasa kolayı unutmak (kartlar kolalara iliştirilmiş.)
*Uzun yıllar bakımsız kalan bir mezarı temizlemek ve çiçek dikmek. Kartı mezara bırakıyoruz. Oradan geçen birilerinin belki dikkatini çeker.
*Karta ataçlanmış 10 TL’lik bir banknotu yolda düşürmek.
*Birinin posta kutusuna gelen elektrik veya su faturasını alıp, ödemek. Sonrasında faturayı makbuz ve kartla beraber posta kutusuna geri koymak.
*Haftalardır pis kalmış bir arabayı gece yıkamak ve sonrasında kartı sileceğe iliştirmek.
*Vapur iskelesinde veya metroda turnikelerden birinin üstüne karta ataçlanmış bir jeton bırakmak.
*Sipariş verdiğimiz (bir alana ikincisi bedava) pizzayı komşumuzun zilini çalarak kapısına bırakıp kaçmak (kart pizza kutusunun içinde.)
*Apartmanda kapı önlerine konan çöp torbalarını kapıcıdan önce toplamak ve kartı kapıcının oturduğu evin kapısının altından içeri atmak.
*Görme engelli bir kişiye, yolda ona etrafındakileri anlatarak yardımcı olmak. [Bunu Amelie filminde gördüm!] Kartı o kişinin cebine atıyoruz. Belki bir yakını bulup okur sonradan ona.
*Desteğe muhtaç (lösemili çocuklar gibi) bir derneğin kapısına sabaha karşı içi oyuncak dolu bir sandık bırakmak (kart sandığın içinde.)
*Otomat, ankösörlü telefon veya atari salonlarındaki oyunlara karta ataçlanmış bir jeton bırakmak.
*Bakımsız bir bahçeyi tertemiz yapıp ortasına iki çiçek dikmek ve kartı sonradan çiçeğe bağlamak.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün tabii ki. Siz de aklınıza gelenleri burada paylaşırsanız mutlu olurum.
Ben ilk kartları kesip cüzdanıma koydum. Gördükçe hatırlamak adına bile faydası olacak.
Hadi abartalım; bu kartlardan birinin yarın dönüp dolaşıp (ve hala sağlam kalıp :) bize ulaştığını düşünsenize…
Kelimelerin yetersiz kaldığı… hatta nefesimizin kesildiği an olmaz mı o an?

23 Mart 2009 Pazartesi

fmk

23 Mart 2009 Pazartesi
Dosyaları toparlarken aradan düşen minik not kağıdına geçirilmiş kalem… Önce "A a bu ne?" Sonra kocaman gülümseme. Yok yok, düpedüz kahkaha!
Faili tahmin edilebilir de olsa emin olamamak, ve sorgulamanın FMK’nın ruhuna ters olması işin eğlenceli kısmı.

Şimdilik kulaklarıma varan ağzımla idare et.

FMK hakkında detaylı bilgi daha sonra…
Ne safsın! Biri sana elma şekeri olduğunu söyledi diye öyle olduğunu sanıyorsun. Üstelik "yalan söyledim, sen elma şekeri değilsin" dediğinde silkinip kendine gelmek yerine onun haline üzülüyorsun gerçekleri göremediği için. Etraftakilerin de payı yok değil bunda, kabul, ama sen aynaya baktığında gördüklerini nasıl reddebiliyorsun? Hadi diyelim ki elma şekerisin. Güneşte kalınca erimeyeceğinden, ya da hiç bitmeyeceğinden nasıl emin oluyorsun? Sana bunlar vaat edildiğinde ve pek tabii ki gerçekleşmediğinde neden böylesine yıkılıyorsun. Bir şeylerde anlam aramak yerine "yalan söyledim, sen elma şekeri değilsin" i kabul etsen ve bu hastalıklı ruh halinden kurtulsan... Bir an önce!

sakız hanım ile mahur bey

Çocukluğunun geçtiği o mahallede
Aşı boyalı ahşap eski bir evde otururlardı
Sakız Hanımla Mahur Bey
Bembeyaz tenli bembeyaz saçlıydı Sakız Hanım
Zaten onun için Sakız Hanım derdik kendisine
Pamuk gibi elleriyle kemençe calardı
Eşi Mahur Bey önce biraz nazlanır
Sonra o da kanunuyla eşlik ederdi Sakız Hanım'a
Beraber meşk ederlerdi

Yaz akşamlarında
Açılırdı perdeler
Yorgun ellerinden
Dökülürdü nağmeler

İki yıl kadar oluyor
Önce kanun sustu eski evde
Birkaç ay sonra da kemençe
Ve aşı boyalı ahşap evin perdeleri
Bir daha açılmamak üzere kapandı
Evin satılacağı söylentileri başlayınca gittim
İçeri girdiğimde eski bir koltuğun üzerinde
Boynu bükük bir kanun
Ve kanunun göğsüne yaslanmış mahsun kemençeyi gördüm
Bizi rahatsız etmeyin der gibiydiler
Kıyamadım uzaklaştım

Mahur Bey susunca
Kapandı perdeler
Sakız Hanımla bitti
O hüzünlü nağmeler

20 Mart 2009 Cuma

oylar seyfi solukal'a!

20 Mart 2009 Cuma
Seyfi Solukal’ı tanımayanınız var mı? Artık tanımayanınız kalmamıştır ama yinede tanımayanlar için kısaca açıklayalım: Seyfi Bey, belediye başkanlarına daha çevreci bir bakış açısı oluşturmak amacıyla başlattığımız “Türkiye soluk alsın” eylemine hazırlık aşamasında yarattığımız, İstanbul Büyükşehir Belediye bağımsız başkan adayı olan hayali bir kahraman. Bazılarımız adayımızın vaatlerini biraz çılgınca bulmuş olabilir. Oysa bize göre asıl çılgınlık, küresel ısınmanın korkutucu etkilerini her geçen gün hayatımızda daha fazla hissetmeye başladığımız bir dönemde, yerel seçim sürecinde ülkemizin hiç bir partisinin ya da adayının gerçekçi bir çevre programı hazırlamıyor olması.

Bugün Türkiye’de tam 19 ilde toplam 47 yeni kömürlü termik santral planı yapılıyor. Kömür, iklimi değiştiren en tehlikeli fosil yakıt olarak tam bir iklim katili. Dünyadaki toplam karbon salınımlarının %41’inden tek başına kömürlü termik santrallerin sorumlu olduğunu biliyor muydunuz?
Seyfi Solukal, Türkiye soluk alsın diye alışageldiğimiz seçim manzaralarına biraz renk kattı. Bir yandan Kyoto’yu imzalarken diğer yandan da 47 zehir saçacak kömür santrali açma hayali güden zihniyetle, küresel ısınmanın hiçbirimizi teğet geçmeyeceğini anlatmaya çalıştı. Sevenleri de oldu çok eleştirenleri de.
Şimdi Türkiye’nin yüz yüze olduğu en büyük çevresel sorunlardan biri olan 47 kömür santrali planına karşı tüm belediye başkan adaylarını sorumluluk almaya ve söz vermeye çağırıyoruz. Greenpeace’in hazırladığı ‘Güneş için Belediye Başkanları Bildirgesi’ne imza atan adaylar seçildikleri takdirde kömürü değil güneşi destekleyeceklerinin sözünü veriyorlar.
Artık boş vaatleri bir kenara bırakmanın zamanı geldi. Seçmen olarak gücünüzü belediye başkan adaylarını iklimi korumaya ikna etmek için kullanın ve internet eylemimize mutlaka katılın. Sadece katılmakla da kalmayın, şehrinizde yaşayan herkesi bu tehlikeden haberdar edin.
Türkiye’de herkese yetecek kadar güneş var. Yeter ki geleceğimiz kararmasın. Şimdi Greenpeace olarak, fark gözetmeksizin bütün büyük partilerin belediye başkan adaylarını kömürden kurtulmaya söz vermeye çağırıyoruz.
Siz de bize katılın. Çevreye ve insan sağlığına duyduğunuz saygıyı herkese gösterin.

www.solukal.org

19 Mart 2009 Perşembe

mem-u zin

19 Mart 2009 Perşembe
"ey sır ve oturma arkadaşım, baş arkadaşım
gerçi yanmak yönünden benim gibisin sen
fakat konuşma yönünden benim gibi değilsin
eğer sen de benim gibi söyleseydin
benim de gönlüm fazla yanmazdı
benimle senin derdin farklıdır
o fark doğudan batıya kadardır
doğusun, ateşin görünüştedir
batı da benim, içim ateştir
her zaman yanıyor canımızın damarı
senin ise bazı vakitlerden başka yanmaz
benim başımda alevler, gönlümde köz var
canım o közle savaştadır
senin başının üstünde ışık var
ondan serseri bir sevda yağıyor
o ışık senin için dildir
benim başımdaki alev ise zarar verir bana
benim gönlümden başıma vuran alev
şiddetli rüzgara hükmeder
gerçi geceleri uyanıksın sen
ama sabahtan akşama da uykudasın
akşamdan şafağa, günden geceye
hep yanarım ben"

17 Mart 2009 Salı

delişmen

17 Mart 2009 Salı
“Tut ki karnım acıktı
Anneme küstüm
Tüm şehir bana küstü”

O kadar küstü ki, önce arabamızı kuma gömdü kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde. Çıkarmaya çalıştıkça daha da gömüldü. Ardından çekici çağırdık, bir buçuk saat sonra ancak geldi. Nerede olduğumuzu anlayamadı. O sırada başka bir araba geldi "burası neresi" diye sorabileceğimiz. Saçma bir ortam, saçma insanlar, saçma olaylar... Ama keyifli! Çekiciyi almaya gittik. Kumdan kurtulduk. Teşekkür bâbında Candanlar en önde, biz arkalarında, çekici bizim arkamızda kokoreççiye giderken tekerlek yarıldı. Patlamadı, yarıldı. Allahtan tam teşekküllüydük. Eve bırakacak bir araç, arabayı lastikçiye götürecek bir çekici... Eve doğru gitmeye karar verdiğimizden 4 saat sonra eve girebildik ama olsun. İnsanlık ölmemiş be blog, bunu gördük. Sevgilisinin Candan’ı terk etmesi ne güzel işlere vesile oldu bizim açımızdan. Yoksa muhtemelen sabaha kadar orada debelenecektik de daha derine gömülmekten başka işe yaramayacaktı. Saçımdan hala kumlar çıkıyor.



Emin bey yeni görevimi duysa ne diyecek merak ediyorum. Öncekinde düşünsene ürettiğin tencerelerde kadınlar çocuklarına kuru fasulye yapıyor, ne kadar güzel demişti. Şimdi de birileri ürettiklerin sayesinde beslenip daha fazla insan öldürebilecek mi diyecek acaba?

Depresyonun eşiğindeyim sanırım. Üstümde dünyanın yükü sanki. Altından kalkamayacağım işler…

“Çoktan unuturdum ben seni çoktan
Ah bu şarkıların gözü kör olsun”

Ey Levent Yüksel, Allah müstahakkını versin. Ne biçim albümdür yahu bu Kadın Şarkıları? İp çekmece oynuyoruz depresyon kardeşle. Çöktüm dizlerimin üstüne, son çırpınışlar. Bakarsın çırpınırken uçuveririm, he?

*Günün esprisi, "çekici değil mi bu, (fotoğrafını) çekti gidiyor işte!"
(özellikle olağanüstü hallerde insan en kötü espriye bile yarım saat gülüyormuş)

12 Mart 2009 Perşembe

12 Mart 2009 Perşembe
Merve'yi ikna etmiştim bir senaryo yarışmasına katılması için. Karşı komşunun kendi halinde, sessiz sakin kızı. Arada kafasında kurarmış bir şeyler. Neden olmasın dedim ve başvurduk bir yarışmaya. O yazdı, ben törpüledim. Aslında kendi haline bırakmalıyım, biliyorum. Ama hikâyeler güzel, cümleler sıkıntılı olunca dayanamayıp el atıyorum. Sonra son hâlini de Merve'ye okutup onayını aldıktan sonra gönderiyoruz. Onun bilgisayarı yok. O yüzden en son yazdığı beş sayfalık senaryoyu da bana bırakmış yazıp yollamam için. Hem vaktim olmadı, hem de eli klavyeye alışsın diye ona bıraktım yazma işini. 2 saat kadar geçmişti henüz 1 sayfayı biraz geçik yazmıştı ve yorulmuştu. Yarın devam etmek üzere gitti. Yarın son gün olunca ya yetiştiremezse diye el atayım dedim. Yarın akşam evde olmama ihtimalim olduğu için kontrol de edemeyebilirdim hem. Cümleleri düzelte düzelte ama hikâyeye zarar vermeden devam ederken son sayfaya geldim bir de ne göreyim! Neşe! :) Beni yazmış meğer. Mutlu sonu bana giydirmiş.
3 gündür sehpanın üzerinde duruyordu da okumamıştım bi türlü. Utandım azıcık kendimden.

8 Mart 2009 Pazar

degistir

8 Mart 2009 Pazar
Cansu hanımla tanıştık sonunda. Tanışmamızın şerefine bir de gösteri hazırlamış bana ki sormayın gitsin :) Pek güzel, pek estetikti.
Tahminimden daha bıcır bıcırmış bir de. Baştan aşağı enerji! :)

günün fotoğrafı

prof. dr. oktay sinanoğlu - bendeniz

siborg bilimci x post fizikçi

Transgenik bitkiler, her türlü yaratıkla sözümona verimlilik adına gönlümüzce oynamak bir yanda; kalıtsal olarak taşınan hastalıklara çözüm bulmak, tedavi amaçlı yapay dokular üretmek diğer yanda... İki kutupla da aynı dal uğraşıyor ve kutuplardan birine yaklaşmaktaki tek etken "etik". Birinciye karşıyım, istediğim ikinci diyebilirsin ama bir şekilde birinciyi tercih etmiş kişilerden eğitim alıyorsun ya da onlarla birlikte çalışıyorsun. Daha da kötüsü ilerde onların senin bilgilerinden faydalanma ihtimali... Böyle düşünceler dolanırken aklımda, hani tam üstüne bastı derler ya, öyle oldu Gediz hocanın sunumu.
Simülasyon kuramına göre birinci grup Baudrillard tarafından siborg(cyborg) bilimciler, ikinci grup ise Gediz hoca tarafından post fizikçiler olarak tanımlanmış. Birinci grup dünyanın sonunu getirme, düzenini bozma pahasına birtakım faaliyetlerde bulunurken, ikinci grubun yaptığı düzeni ya da düzensizliği (zira birinci grup temel olarak düzensizliği kendi tanımlarınca düzene döndürmeye çalıştığından veriyor asıl zararı) bozmadan anlamaya, tanımlamaya çalışmak.
Fakat ne yazık ki günümüzde siborg bilimciler çok daha fazla. Bu, birikimsel bir şey. Şimdiye kadar düzen olarak kabul ettiğimiz şeylere, düzensiz ya da öteki olduklarından sildiklerimize (örneğin kızılderililer) kim karar verdi? Bugünkü siborg bilimciler de verilmiş yanlış kararların üzerine yetişti neticede. İnsanın hamam böceğinden daha değerli olduğuna kim karar verdi de insanlara zararlı bir şeyi yok ederken onun hamam böceğini ortadan kaldırma ihtimalini önemsiz gördü...
Artık yanlış yapmaktan korkmuyorum, çünkü hangi gruba ait olduğumu net olarak biliyorum.
Oktay Sinanoğlu'nun dediği gibi: Biz(Türkler) farklıyız, çünkü kalbimiz var.
3 gündür dinlediğim 15 civarı sunumda fark ettim ki, erkeklerin hitabeti kadınlardan çok daha kuvvetli. Hepsi değilse bile çoğu anlattıkları konunun çok önemli olduğuna başta kendileri inanıyor ve hiçbir şey olmasa bile o heyecanı yansıtıyorlar. Kadınlarsa anlattıkları şeyin yanlış olduğunu düşündüklerinden değil ama garip bir güvensizlik içindeler.
Feminist yaklaşım olarak algılamayınız, fakat bunu tamamen erkeklerin cahil cesaretine veriyorum. Kadınların üzerindeki o güvensizlik ve eziklik bildiklerinin bilmediklerinin yanında bir hiç olmasından kaynaklanıyor adeta. Erkeklerinse öyle bir tavrı var ki, sanki varoluşun sırrını çözmüşler de onu anlatıyorlar.
Naçizane görüşüm odur ki, kadınlar, erkeklere oranla kendi yeterliliklerinin ve evren içindeki yerlerinin çok daha fazla bilincindeler. Yoksa, geri kalmalarının arkasındaki neden kesinlikle daha az akıllı, daha az yetenekli, daha az becerikli olmaları değil. Sadece ve sadece kendilerini bilmeleri.

4 Mart 2009 Çarşamba

keşke

4 Mart 2009 Çarşamba
Bu akşam 4 ayrı yerde, 6 ayrı kişiyle olabilsem…

erkek fatma

Hem kendimi koruyacak ve alet edevat tutacak kadar erkek, hem de birbirinden lezzetli yemekler yapabilecek ve masamı her daim tertemiz tutabilecek kadar fatma imişim :)

Masamı çamaşır suyuyla ovduğumdan şüpheleniliyormuş :)

ekmek

fırından yeni çıkan ekmeğin kokusuna
hayranım tıpkı hayran olduğum gibi sana

Güne misss gibi ekmek kokusuyla uyandım. Camı açtım, mis gibi bahar havasını içime çektim, mutlandım. Yatağımı topladım ki çok nadiren yaparım annem benden daha geç kalktığı için –evet, birlikte uyuyoruz :)- Evi bile topladım. Bulaşıkları zaten akşamdan yıkamıştım. Yalnız yaşamanın getirdiği sorumluluk duygusu olsa gerek hiç söylenmeden ve üstelik zevk alarak… Aheste aheste makyajımı yapmaya bile zaman buldum. Evden çıkmama 10 dk kala hazır olan ekmeğimi sardım bir güzel, piknik örtüsü görünümlü beze ofise varana kadar soğumasın diye. Her gün koşturarak geçtiğim yollardan etrafıma bakınarak yürüdüm. Ofise şarkı söyleyerek girdim. Önce “günaydııınn sizeeee, günaydın bizeeee, hepimize günaydııın, günaydın hepiimizeee” ve ardından en tepedeki modifiye şarkı :)

Sabahtan beri yerimde duramamam, içimdeki kıpırtı, ruhumdaki cıvıltı bundan olsa gerek, mis gibi ekmek kokusu. (Lafı gelmişken İhsan Oktay Anar’ı çok severim. Kendisini okumuş olanlar lafın nasıl geldiğini anlarlar.)

2 Mart 2009 Pazartesi

2 Mart 2009 Pazartesi
sen yoktun,
ellerimle dokundum sana
ellerim yüzümdeydi

(Nâzım Hikmet)

un ufak

Koşturuyorum mütemadiyen. Dursam un ufak olacağım sanki. Bi’ an boş kalıp gözlerimi kapatsam, keyif yapmak için üstelik, parçalanacağım.
E o zaman neden sorguluyorsun, koşsana!
Yok, öyle değil. Biliyorum doğru olanın bu olmadığını. Tangoda bile böyledir bu. Hızlı hızlı atarsan adımlarını dengeni kaybetme olasılığın azalır fakat estetikten, ritmden uzaklaşırsın. Aslolan sağlam atmak adımları.
Biliyorum.

Sürekli kalabalıkların içine atıyorum kendimi, sürekli başka şeylere yoğunlaştırıyorum beynimi. Bir nevi anestezi.
Ama silkinmeli.
Sakince ve sabırla acıyı hazmetmeli. Yoğrulmalı.
Biliyorum.
 
naeknhu © 2008. Design by Pocket