18 Kasım 2010 Perşembe

360 derece marmara

18 Kasım 2010 Perşembe
24 yıllık gezenti hayatımda gezip gördüklerimden, yiyip içtiklerimden daha güzel yerleri görmüş, daha lezzetli yiyecekleri tatmış olmanın dayanılmaz hafifliği içerisindeyim blog! Fazlasıyla mutlu, fazlasıyla huzurlu, dinlenmiş...

20 Ekim 2010 Çarşamba

tatlı telaş

20 Ekim 2010 Çarşamba
Tatlı telaş dedikleri bu muymuş? Sürekli bir yerlere koşturma halinde, sürekli yorgunluk ama o yorgunlukla yattığın halde heyecandan bir türlü uyuyamama... Gözümü kapattığımda fuşya rengi kelebekler görüyorum :)
Nasıl derler, Allah utandırmasın...

14 Ekim 2010 Perşembe

ihtar

14 Ekim 2010 Perşembe
Mühendis hanım mühendis hanım! Kaldırın sayıların, makinelerin, hesapların başından kafanızı da biraz insanlığınıza dönün. İnsaları sınıflandırmamanız gerektiğini hatırlayın mesela. Evet, ürünleri sınıflandırabilirsiniz belli bir tekniğe göre. Evet, siparişlerinizi sınıflandırırsanız planlamanız daha kolay olabilir ama sanki çok matah bir mühendis oldunuz da bunu hayatta da uygulamaya kalkıyorsunuz! Üç tane soru sor, şu durumda ne demişti, buna nasıl tepki vermişti, şurda nasıl bakmıştı... Hemen koy bir sınıfa; anlayışlı, gerikafalı, yobaz... Yok efendim, bu işler böyle değil. İnsanda genelgeçer tepkilerden ziyade ana/olaya/kişiye/geçmişe göre değişen tepkiler olabilir, unuttun mu? Hani ruhbilim, toplumbilim filan... Her şeyi matematik hesaplardan, evrensel kanılardan mı ibaret sanmıştın? Al bak pörtledin işte. Yarıldı kafa, göz. İçin acır şimdi böyle. Bu kafayla gidersen daha çok acıyacağa da benzer.
Çok değil, şöyle 1-1,5 sene önceye dönsen bari. Ne bu şiddet, bu celal? Kendine ediyorsun farkında değilsin. Ne yaparsın, ne edersin bilmiyorum ama bir an önce toparlansan iyi olur. Yoksa püskürttüm sandıklarının ateşinde sen yanacaksın...

6 Ekim 2010 Çarşamba

18

6 Ekim 2010 Çarşamba

Bu fotoğrafın üstünden 6 yıl geçtiğine inanamıyorum!

5 Ekim 2010 Salı

tepetaklak

5 Ekim 2010 Salı
Bazen böyle tepetaklak başlar günler. Sabah uyanırsın, evde süt kalmadığı için müsli yiyemezsin. Bi tost yapayım dersin, o da ne bir dilim kaşar ya var ya yok… Neyse sorun değil, 5 dk erken çıkar pastaneden simit alırım dersin. Pastaneye gittiğinde “hanfendi simidim 5 dk sonra çıkıyor” lafıyla karşılaşırsın. 5 dakika sonra servis durağında olman gerektiğinden bekleyemez, poğaça alır çıkarsın. İş yerin sadece 6 km uzaklıktadır ama o gün o 6 km’yi yarım saatte gidecek kadar trafik vardır…

İş yerine gelirsin, öğrenirsin ki zaten iki ay gecikmiş olan maaşın ödeme gelirse Perşembe günü verilecekmiş, gelmezse “Allah kerim”. Neyse ev geçindirmiyoruz çok şükür der odana geçersin. Bir de bakarsın ki yardımcın işe gelmemiş, hastaymış. Onun işleri de sana kalır. İşle ilgili sorunlar zaten hiç bitmez ya, bombardıman başlamıştır.

Sevdicekle adam akıllı görüşmeyeli günler, haftalar olmuştur. Çarşambaya bel bağlarsın. Çünkü kaçırırsan en erken cumartesi olacaktır. Bir mesaj gelir; “Çarşamba saat 19:00’da mhk-tff” diye başlar. Tanımadığın isimler, anlamadığın şeyler yazan kısımları hızlıca geçersin ve son cümle: “tüm klasman hakemlerinin katılımı zorunludur. ”

Hani bunun üzerine sigaradan tiksinen ben neredeyse “Kenan, bir kahve bi de kısa marlboro” diyeceğim, o kadar yani… En iyisi her şeyi bir kenara bırakıp bir kahkaha atayım, böyle zamanlarda iyi geliyormuş, bakalım işe yarayacak mı?

29 Eylül 2010 Çarşamba

thenotebook

29 Eylül 2010 Çarşamba

Battaniyeye sarılıp film izleme mevsimi gelmiş. Ne zamandır film izlerken salya sümük ağlamıyordum, açıldım.

28 Eylül 2010 Salı

elmyra

28 Eylül 2010 Salı

Bazen bi bakıyorum, içimdeki Elmyra günyüzüne çıkmış. Mis kokulu pofidik göbekleri uzak tutun benden! :)

26 Eylül 2010 Pazar

gelevera deresi

26 Eylül 2010 Pazar
Koyverdun gittun beni Allah'undan bulasun
Kimse almasun seni yine bana kalasun
Sevduğum senun aşkın ciğerlerumi dağlar
Hiç mi duşunmedun sen sevduğun boyle ağlar

Gelevera deresi iki dağun arasi
Yuzunden silinmesun piçağumun yarasi
Sevduğum senun aşkın ciğerlerumi dağlar
Hiç mi duşunmedun sen sevduğun boyle ağlar

(Anonim)

madem ki ben bir insanım

Kainatın aynasıyım
Madem ki ben bir insanım
Hakkın varlık deryasıyım
Madem ki ben bir insanım

İnsan hakta hak insanda
Arıyorsan bak insanda
Hiç eksiklik yok insanda
Madem ki ben bir insanım

Bunca temenni dilekler
Vız gelir çark-ı felekler
Bana eğilsin melekler
Madem ki ben bir insanım

Tevrat'ı yazabilirim
İncil'i dizebilirim
Kuran'ı sezebilirim
Madem ki ben bir insanım

İlim bende kelam bende
Nice nice alem bende
Yazar levh-i kalem bende
Madem ki ben bir insanım

Enelhakkım ismim ile
Hakka erdim cismim ile
Benziyorum resmim ile
Madem ki ben bir insanım

Daimi’yim harap benim
Ayaklara türap benim
Aşk ehline şarap benim
Madem ki ben bir insanım

(Aşık Daimi)

25 Eylül 2010 Cumartesi

two tickets

25 Eylül 2010 Cumartesi
"i have two tickets to iron maiden baby
come with me friday, don't say maybe
listen to iron maiden baby with me"

diye bir şarkı vardı orta okulda mıydık neydi..

Sevgili benzer bi cümleyle gelince, Burcu ve bize hala unutmayacağımız şekilde benimsettiği bu şarkı geldi aklıma :)

Yarın(artık bugün) akşam Şevval Sam konserindeyiz, bekleriz.

22 Eylül 2010 Çarşamba

nnn

22 Eylül 2010 Çarşamba

Her daim arkamı toplayacağını bildiğim iki şahane insan. Kelimeleri seçmeden konuşabilmek, bir bakışla, bir gülüşle dünyaları anlatabilmek ne büyük rahatlık! Seviyorum sizi :)

*Demokrasi isterseniz kafanızı kırarım ama ona göre :)

21 Eylül 2010 Salı

futbol

21 Eylül 2010 Salı
Ben küçükken, halamlarla yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezken, babannem Fenerbahçe maçlarını dizlerini döve döve izlerken, her Pazar saatlerce futbol yorumu dinlenirken, ailenin hem kadınları hem erkekleri için Fenerbahçe pek kutsaldı.

Odamın duvarını sarı lacivert boyadığım, sarı pantolon üzerine lacivert sweat shirt giydiğim zamanlardan bahsediyorum. Yaş 10-12. Bazen keşke Beşiktaşlı olsaydım da bu kadar zevksiz giyinmeseydim diye geçirirdim içimden :) Ama Fenerbahçeli olmak da bir ayrıcalıktı. Öyle inandırılmıştım :)

Sonra ergen dönemlerde futboldan uzaklaşıp basketbola kaymıştım. Tanrım ne büyük zevkti! Lise hayatımız boyunca o kadar çok maça gittik ki! Devir Efes ile Tofaş’ın kapıştığı devir. Şimdi kalmadı Tofaş filan o kadar eski yani :) Abdi İpekçi, Daçka, Ahmet Cömert üçgeninde neredeyse her hafta bir maç. Artık basketbolcuların eşleriyle, anne babalarıyla muhabbeti koyulaştırmış kıvama gelmiştik ki lise bitti, maçlara ara verildi…

Üniversitenin ilk yılında ne futbol ne basketbol… Derken babama babalar günü hediyesi almak üzere Fenerium’a giriyorum. “98>100” tişörtleri var, demek sene 2005. Eski günler aklıma geliyor, halamların her köşesinden Fenerbahçe fışkıran evleri, benim sarı lacivert odam aklıma geliyor ve dayanamayıp bir forma, bir çorap bir defter ve bir klasör alıyorum. Babamı unutmuyorum ona da bir tişört alıyorum, merak etmeyin :)

Defter kalın ciltli olduğu için taşımaya üşeniyorum, bir kenara kalkıyor. Forma her zamanki gibi kazandığımız bir Galatasaray maçının ardından bir kere giyiliyor ve Hakan abiyle tanışmamıza vesile oluyor. Çorap birkaç zaman sonra miadını dolduruyor haliyle. Klasörü de sıkılana kadar kullanıyorum…

Bi dakika bu seneye dair bir detay daha var aklımda. Yazlıktayız. Sezonun ilk haftası filan olabilir. Fenerbahçe maçını izlemeye sahildeki çay bahçelerinden birine gidiyorum. Garsonlardan biri burası çok kalabalık, içerde çay ocağında izle diyor. İçerde kuruluyorum rahat bir koltuğa. Çaylar gelip gidiyor. Muhabbet koyu. Para mara almıyorlar, bir dahaki maç için davet ediyorlar. Bak o yaz az iddaa oynamamıştık Ceko ile, şimdi hatırladım. Hiç kazanamamıştım, FYI (nimicim sana).

Sonra babannem Hakk'a yürüyor, halamlarla eskisi gibi görüşemiyoruz, babamla maç
izlemiyoruz.. E bireysel çabalar da bi yere kadar di mi. Ne futbol ne basketbol.. Araya 3-4 sene giriyor. Zaman zaman halı saha maçında eniştemin çeneme attığı top aklıma geliyor, gülüyorum.

Sonra bir hakem beyle tanışıyoruz. Halı saha maçları filan tanıdık geliyor. Haftanın her günü, günün her saati TV’yi açtığında futbol programı bulmasına şaşırmıyorum, çünkü babamdan tanıdık bana bu görüntüler.

Eski evimizin holünde kocaman bir Fenerbahçe ilk 11’i asılıydı. ’92 senesinin. 92 kadrosunu ezbere saymam bu yüzden, ben kaç sene o tabloya baktım sen biliyor musun? :) Okocha’nın kırmızı ayakkabılarını bilmeme, Engin’in bacağının kırıldığını ve sonra Çanakkale Dardanel’e geçtiğini hatırlamama, Collina’yı bilmeme şaşırma… Neticede eski bilgiler bunlar. İbrahim Toraman’ın hala oynamasına şaşırıyorum mesela. Çünkü benim bildiğim kimsecikler kalmamış artık sahalarda :)


Velhasılı… Bir ayda üç maça gittim. Üçü de Saraçoğlu’nda. En son Saraçoğlu’nda maç izlediğimde ilkokula gitmiyor bile olabilirim, hatırlamıyorum… Statta maç izlemenin keyfi oyundan çok tribünleri izleyince çıkıyor. Koca statta nasıl bir ahenk var. Birileri oturuyor, birileri kalkıyor, karşılıklı atışmalar, ışıklarla yapılan oyunlar ve maç izlerken çitlenen çekirdekler :)

Ben çok sevdim ve özlediğimi fark ettim. Neticede Haluk Bilginer’in dediği gibi insanları ortak paydada toplama hususunda futbol kadar iyi başka hiçbir şey yok.

20 Eylül 2010 Pazartesi

20 Eylül 2010 Pazartesi

Ortada üzerinde kırmızı ekoseli masa örtüsü olan masa, üzerinde yeşil saksıda mis kokulu fesleğen, etrafta taş duvarlar, karşıda taşlara dolanmış sarmaşık… Şahane bir kış bahçesi oldu. Kahveye bekleriz…
İnsanın yazdıkça yazası, yazmadıkça da yazmayası geliyor. Kendimi tekrar ediyorum. Evet blog yazmak hep aklımın bi köşesinde ama bilgisayarı nadiren açtığım zamanlarda takip ettiğim iki-üç blogu bile açmaz oldum artık.. Maymun iştahlı Neşe iş başında anlayacağınız. Ve yaşam enerjimi sömüren bir illet var başımda ki sormayın gitsin. Allah’tan panzehiri ondan önce gelmişti de sayılı günleri geçirme konusunda başarılı bir tutum sergiliyorum.

Ne zamandır kardeş gelecekti kızıma. Artık iyice yaklaştı. Son hazırlıklar da tamamlanmak üzere. Ha gayret. Sonrası daha güzel ve bilinçli olacak da, geçmişi hiç etmek de olmazdı.

Ben inanıyorum, güzel şeyler olacak. Saçma sapan şeyler öğrendim hayatım boyunca, bunların ortak meyvesinin ne olacağını merak ediyorum, ama birbirlerini beslediğini biliyorum. Zaten bugünden keyif almayı başarabildikten sonra gerisi ancak kaymağı olur. Çok carpe diem bi kızım, biliyorum.

“Kendime yolculuk”la başlamıştım TEGV’e. O etkinlik bitti, o dönem bitti, o çocuklar gitti benim kendime yolculuğum o günden beri sürüyor. Kimi zaman tökezlemiyor değilim, yolumda düzgün ilerleyemediğimi fark ediyorum bazen, ama yolum güzel, sorun bende… Biraz beceriksizim. Ama fena değil he durum, yanlış anlaşılmasın, toparlarım. Ben pek güçlü görüyorum kendimi.

Şu an işteyim. Son bir saat, al işte yayınlayamadıktan sonra neye yarar deyip sinirlenmek yerine gmailime yolluyorum eve gidince yayınlamak üzere. Pek meşakkatli bir iş doğrusu ve ruhsuz ama olsun.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

9 Ağustos 2010 Pazartesi
O kadar zaman uğramayıp bir parmak bal çalmakla olmaz di mi? Fena halde kaçak oldum, farkındayım. Bunun en büyük nedeni iş yerimde internetimin olmayışı. Başlarda isyan edip özgürlüğümün kısıtlandığını düşünüyordum. Şimdiyse internetsizlik bir şeylere yoğunlaşmamı kolaylaştırdığından eskisi kadar şikayetçi değilim.

Havalar çok fena blogcan. Bizim doğal klimalı evceğzimizde bile nefes alınmıyor. Baş ağrım hiç dinmiyor. Artık ilaç kutum da var, gelsin majezikler gitsin apranaxlar. Bak şekerim, bunlar analjezikler. Öğren bunları :)

Düşünüyorum yakın zamandan başlayarak geçmişe doğru. Sahi dün ne güzeldi. Mevlevi ayiniyle başladı, J'adore'la devam etti. Ardından Süleymaniye, Darüzziyafe... Yenikapı Mevlevihanesine 3 sene kadar önce gitmiştim. Restore ediliyordu. Hala tamamıyle açılmamış. Çemberlitaş'ın bi türlü bitemeyen restorasyon çalışmalarından sonra, buna da çok şaşırmamak lazım.

Öncesinde biri maddi biri manevi iki hayırlı iş oldu. Manevi olana çok hayırlı diyelim de ayrılsın :)

Melih amcam pek çok güler yüzlü anıyla birlikte Hakk'a yürüdü. Mekânı cennet olsun. Kaybettiğimiz zamanlara üzülmek kaldı bize...

Gezilerde nerede kalmıştık hatırlamıyorum; Altınoluk, Kandıra, Bozcaada eklendi... Saros eylüle kaldı.

***

Artık hafta sonları sabahın 7'sinde uyanmamaya başladım, şaşılacak şey. Ama bu durumdan memnun değilim.

***

Geçen gün elime baktım; cüzdanım ve telefonum vardı elimde... Tanıyamadım. İyi ya da kötü değil, enteresan... Eskiden koca insan dediğim 25 yaş şimdilerde ne küçük geliyor! Zaman ne hızlı akıp gidiyor!

Ve hiçbir şeye değmiyor. Alınmalara, gücenmelere, kendine hayatı zindan etmelere, duyguları içe gömmelere... Kötü anılar o kadar kolay uçup gidiyor ki, büyütüp büyütüp altında ezilmelere hiç gerek kalmıyor. Ağlayarak yaşadığın geçmiş her zaman gülümseyerek anılıyor.

reflü

sevginin milyon tanımından biri:

Sevgi; "reflü nedir" başlıklı maili önce ne işim olur diye silmek üzere işaretlemek, ardından aklına "o"nun gelmesiyle açıp okumak, bununla da yetinmeyip daha da nedir acaba bu reflü diye saatlerce daldan dala atlayarak reflü uzmanı olmaktır.

22 Haziran 2010 Salı

iki boş deniz kabuğu

22 Haziran 2010 Salı
"Ben değiştim" gözleriyle bakıyor
                        karşımdaki 'yabancı',
biliyor ki ben de 'eski ben' değilim,
ve bunu dillendirmeme konusunda
-sanki- sessiz bir sözleşme var aramızda;
birimiz konuşurken (dalgın sözcükler
uçuşurken bezginlikler odasında),
öbürünün aklı uzaklarda oluyor
(bir Aşk'ın 'narenciye bahçesi' kuruyor o
'uzaklar'da).
Arada bir birbirimize 'uyandığımızda'
o uzak, eski Aşk'tan
gazel yapraklar yağıyor aramıza.
Artık başlıca işimiz -hiç çaresiz-
birbirine ölen iki ruh ve gövdenin
acıklı seslerini dinletmek birbirimize.

Onca yaşanmışlıktan geriye kalan:
içlerinden 'hiçliğin' uğultuları gelen
iki boş deniz kabuğu işte.


Fikret DEMİRAĞ

Foto ve kompozisyon: Hatice VURAL


21 Haziran 2010 Pazartesi

küpe

21 Haziran 2010 Pazartesi

19 Haziran 2010 Cumartesi

sinirli erişim

19 Haziran 2010 Cumartesi
Böyle bana arada oluyor. İnsanlardan tiksindiğim bir dönem başlıyor. Her şey gözüme batıyor o zamanlarda. N'oldu sevgi kelebeği sen de mi cozladın der gibisin blog! Dalga geçme! Tahammül edemediğim şey insanların iki, üç, beş, on sekiz yüzlülüğü çünkü. Mesela bundan 5 sene önce birbirlerinin canını yakmak için her yolun mübah olduğunu düşünenleri bugün aynı fotoğraf karesinde kameraya gülümserken görünce önce bir donakalıp sessizce "nası' yani yaaa" diyorum, sonra da üstüme vazifeymiş gibi böyle sinir yapıyorum işte. Bunu yazmama neden olan kişilerin birini zaten merhaba merhabadan öteye tanımam etmem. Diğeriyle de senede bir gün kıvamındayız. Aralarındaki olay da beni hiç mi hiç ırgalamıyordu vakti zamanında da ama... İşte mahallenin muhtarıyım ya laf etmesem olmaz...

Yok mu böyle dedikodu, kıskançlık, arkadan konuşma, yüzüne gülüp arkasından sövmelerin olmadığı; sadece neşeli vakitlerin geçirildiği, sıkıntıların el birliğiyle alt edildiği bir dünya? Olmaz mı, var var, ve ben uzun süredir bu dünyada yaşıyorum. İyi ki... Korkum o insanların dünyama sıvışmaya çalışması ama zaten tutunamazlar be günlük, di mi?

17 Haziran 2010 Perşembe

1

17 Haziran 2010 Perşembe

16 Haziran 2010 Çarşamba

olur biter

16 Haziran 2010 Çarşamba
Rüya turu gerçekleşti. 3 günde beş şehir! Urfa, Nemrut, Mardin, Hasankeyf, Diyarbakır... Bu gezinin ayrıntıları yakında gelir... Unutulmamalı...


Bir tatlı doğumgünü kutlandı. Biraz tatlı, biraz müzik, biraz futbol, bol kahkahalı... Şeker hamurundan pasta deneyimlerine bir yenisi eklenmiş oldu.

Bir çok özel çok güzel hafta sonu tatili yapıldı. Abant'ta güzel bir sürprizle karşılaşıldı.


TEGV'de dönem bitti, küçücük ellerle hazırladığımız minicik sergimizi açtık. Tavanda uçuşan galaksiler, panoda "bizim evrenimiz", güneş saatleri, el planetaryumları, gezegenler...

Bir karar alındı, biraz ertelendi ki mükemmelliğinden ödün vermesin...

Hayat hımhızlı akıp gidiyor. 2010'u yarıladığımıza şaşırarak geçiriyorum günlerimi...

26 Mayıs 2010 Çarşamba

demo

26 Mayıs 2010 Çarşamba
Masamdan eksik olmayan papatyalar, arkada çalan Melihat Gülses, mutfakta çayımı tazeleyen bir sevgili... Ben çok sevdim bu hayatı.

16 Mayıs 2010 Pazar

16 Mayıs 2010 Pazar

nihayet


Ama APS ile, ama kapıyı tıklatarak... Biliyordum bugün geleceğini, kahvemi seninle içeceğimi...

Sardunya tomurcuk verdi, tıpkı dediğimiz gibi. E hadi!


13 Mayıs 2010 Perşembe

uç uç leyleğim

13 Mayıs 2010 Perşembe
10.09.2007 20:05 Haydarpaşa'dan kalkış
12.09.2007 07:40 Diyarbakır'a varış-Hasankeyf'e geçiş, Hasankeyf'i keşif
13.09.2007 sabah Mardin'e geçiş (taş evler)
14.09.2007 sabah Adıyaman'a geçiş, Nemrut'a çıkış
15.09.2007 Nemrut'ta güneşin doğuşunu izleme
15.09.2007 18:10 Malatya'dan trene biniş
16.09.2007 23:00 İstanbul'a varış

17.09.2007 Okul Başlıyor!

demiştim 2007'de Bursa Görükle'de kaldığımız yurdun lobisinde.

Şimdi neredeyse 3 yıl sonra treni uçakla değiştirip birebir aynı planı yaptığımı fark ettim. E tabi "17.09 okul başlıyor!" yerine "08.06 iş başlıyor!" demenin farkı :)
Ha pardon, Nemrut'ta güneşin doğuşu yerine batışını izleyeceğiz bu sefer.

Yıllardır sayıkladığım Hasankeyf+Nemrut'a sonunda gidiyorum. İnşallah.

Ağzımdan çıkan her isteği havada kapıp gerçekleştiren beyefendiye "iyi ki" diyorum... İyi ki...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

affedin bayım

12 Mayıs 2010 Çarşamba
Bazen olmaz mı sizin de içinizin sesini bile duymaya tahammül edemediğiniz? Ben de böyleyim bu aralar sanırım. Bayım, size değil garezim. Şu boyun ağrıları yok mu, onlar hepsinin sorumlusu. Yoksa ben karşınıza çıkmadan beyaz papatyalarımı dolduruyorum kucağıma. Ama yazık, bir bakıyorum büküvermişler boyunlarını. Kendime kızmak da çare değil ki, bir söz geçiremediğim o zira. Ama sıkın dişinizi. Geçecekmiş, fısıldadı kulağıma...

9 Mayıs 2010 Pazar

yıldız kayması

9 Mayıs 2010 Pazar
N: Bundan binlerce yıl önce atalarımız gökyüzüne baktığında bizimle aynı yıldızları görüyorlardı, bizim torunlarımızın torunları da aynı yıldızları görüyor olacaklar.
Ç1: Ama Neşe abla olamaz ki, yıldızlar kayıyor. Onlar yok olmuş olacak.
(cevap vermeye fırsat kalmadan)
Ç2: Hayır o kayanlar yıldız değil ki, atmosfere giren çok büyük taşlar yanıyor, arkalarında öyle iz kalıyor.

Bunu söyleyen 8 yaşındaki bir kız çocuğu! Ağzım açık hayranlıkla izledim! Çocuklar muhteşem varlıklar...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

8 Mayıs 2010 Cumartesi

tegv


Bu dönemki çocuklar fena. İlk defa... Çok zorlar... Bayağı bir şey öğretecekler gibi duruyorlar istenmeyen davranışlarla mücadele konusunda. Umarım zararsız ve kayıpsız atlatırız...

cunda-erdek

23 Nisan'ın cumaya denk gelişini fırsat bilip perşembe akşamından yola çıktım. Yetişirim yetişemem derken iş çıkışı 20:00 deniz otobüsüne yetiştim. Horul horul bir yolculuğun ardından Bandırma'da babam karşıladı. Bandırma'da açık yer bulamadığımızdan kelli evde yeriz deyip Erdek'e geçtik. Ben yolda yarın Cunda'ya gidelim fikrini ortaya atınca bir önceki hafta Cunda'ya giden arkadaşı Aspava'nın işletmecisi Hüseyin abiye uğramayı teklif etti babam. Hay haayy... Hüseyin abi, Nadir abi çok sevimli insanlar. Aspava da inanılmaz sıcak ve rahat bir mekan. Aspava'da Hüseyin abi ve Nadir abiye ilaveten Sinan abinin de eğlenceli muhabbeti eşliğinde yemek yiyip Cunda bilgilerini topladıktan sonra ne kadar uyusak kardır deyip eve geçtik sabah 7'de yola çıkmak üzere.

Planladığımız gibi sabah erken yola çıktık. Yoldaki radarlara prim vermemek için 80-90 gittiğimizden yol biraz uzun sürdü. Yaklaşık 250 km. Yol ortasında bir de Susurluk kahvaltı molası olunca Cunda'ya varmamız 12'yi buldu... Nasıl bir insanım ki sabahın 9'unda vıcık vıcık yağlı çiğ börek yiyip ayran içtikten sonra Van'dan aşina olduğum kavut ve balı görünce dayanamayıp kahvaltıyı başa alıp bir posta da ondan yedim.

Aslında Erdek-Cunda gezisi olduğu gibi yeme içme üzerine kurulu bir geziydi...

Ayvalık'ı Cunda Adası'na bağlayan köprü Türkiye'nin ilk boğaz köprüsüymüş. Cunda'da önce Aşıklar Tepesi'ne Rahmi Koç tarafından restore edilen ve bugün Necdet Kent kütüphanesi olarak anılan taş değirmene gittik. Çok sevimli beyaz masalar, mavi sandalyeler vardı. Etrafın yeşilliğiyle bir araya gelince tam bir ada cafesi olmuş. Ama ne yazık ki servis biraz fazla ağırdı.

Değirmenden sonra daracık ada sokaklarında biraz yürüdükten sonra manastırları gezelim dedik. Birinde restorasyon olduğundan yolundan çevrildik, diğeri ise bir adacıkta olduğundan gidemedik. Dönüp dolaşıp sahil tarafına çarşıya geldik.

Sakızlı dondurma yemeyeni dövüyorlarmış. Hem sakız hem dondurma, daha ne olsun ooh miss.. Ardından Ayvalık Tostu yedim hayatımda ilk defa. Ayvalık'a kadar gelip Ayvalık tostu yemedim dememek için. Tabi içindeki malzemelerin yarısını koydurmadan... Zaten önce tatlı, sonra tost sıralamasında da bir yanlışlık oldu :) Olsun, fena pisboğazım...
Etrafın kalabalığına ve gürültüsüne aldırmadan biraz kitap okudum. Bıraksan 5 saat daha o sandalyede öylece otururdum...

Biraz çarşı pazar gezip karşı koyamadığım deniz kabuğu hastalığımın esiri olarak abuk subuk şeyler aldıktan sonra sıra yine yemek yemeye geldi! Şaka gibi ama iki gün boyunca 2 saat aralıklarla ana yemek kıvamında yemek yedim!

Cunda'da yemeden dönmeyinler arasında karides dolması, papalina ve sıcak ot vardı. Yemeden dönmek olmazdı... Deniz kenarındaki Lyra restorana rezervasyon yaptırmıştık, o günlerdeki Lyrid meteor yağmurunun hatrına. Sonra Lezzet Diyarı'nın yanından geçerken gelen Rum ezgilerini duyunca dayanamayıp oraya oturuverdik. Servis de lezzetler de oldukça başarılıydı.

Yemek sonrası saatin kaç olduğunu güneş saatine sorduktan sonra güneşin batımını izlemek üzere adaya 20-25 dk uzaklıktaki Şeytan Sofrası'na gittik.

Aşağıdaki fotoğraftaki çukurun da şeytanın ayak izi olduğuna inanılıyormuş. Şeytanın ayak izine dilek parası atan zihniyeti ise hala çözemedim! :)

Güneş'i uğurlayıp yola koyulduk Erdek'e.

Ertesi gün lensim yırtılınca planlarda biraz değişiklik oldu. Mükemmel anne Nuriş İstanbullar'dan elini uzatıp bana yirmi dakika içinde Bandırma'da lens buldu, üstelik resmi tatilin ertesi günü olan bir cumartesi günü... Lensçi bile böyle bir anneye sahip olduğum için ne kadar şanslı olduğumu söyledi ya, yeter! :)

Bandırma'dan zeytin, zeytinyağı, zeytinyağı sabunu gibi bilimum alışverişimizi yaptıktan sonra dönüşte Kyzikos'a gittik. Hadrian tapınağı olarak da geçiyor. Henüz kazı aşamasında, şu halde;

Kyzikos'tan sonra Erdek'e bağlı köylerden biri olan Turan köyüne gittik. Balık yemeye. Bilmeyenin gitmesinin imkansız olduğu bir yerde, bir dere kenarındaki Uysal alabalık tesisine...

Bol hareketli, bol gezmeli, bol yemeli bir hafta sonu kaçamağı daha gerçekleşmiş oldu. Listeden Cunda da eksildi. Yıllardır alınan Atlas dergileri boşa gitmeyecek gibi duruyor! :)

neler neler

İyice boşladım seni blog. 25-7=18 gün olmuş.. Bu 18 güne ne sığdı? Bir Erdek, bir Cunda, iki Edirne gezisi, bir Nilüş doğum günü, bir Ekim resepsiyonu, bir özel ve güzel pazar günü kaynaşması :), iki vakıf etkinliği, bir Hıdırellez eğlencesi...

Ayrıntılar az sonra! :)

19 Nisan 2010 Pazartesi

yirmi beş

19 Nisan 2010 Pazartesi
aramızda tam 25 yaz
25 kış
25 bahar
25 uçurum
ne öpücükle dolar
ne şarapla, biliyorum

b. r. eyüboğlu

11 Nisan 2010 Pazar

yuri

11 Nisan 2010 Pazar
Bu dönem biri farkında olarak, biri tamamen tesadüfi olarak müthiş bir etkinlik planı oluşturmuşum. Öhömm :) Normalde 6. hafta etkinliği olan Dünya'nın hareketi ve mevsimlerin oluşumu etkinliğini 21 Mart'ın 5. haftaya denk gelmesi nedeniyle 5. haftaya almıştım. Şansa da etkinlik günü olan pazara denk geldi.

8. haftayaysa maket roket yapımı koymuştum. Az önce ne fark edeyim, yarın 12 Nisan! Yani Yuri Gagarin'in uzaya çıkışının 49. yıl dönümü ve insanın ilk defa uzaya çıkışının yıldönümü olarak 2001'den beri Yuri gecesi olarak kutlanmakta. Böyle bir güne roket yapımı koymak çok yerinde olmuş. Çocuklara bu vesileyle Yuri'den de bahsetmeli. Tuttum bu fikri, artık gönül rahatlığıyla uyuyabilirim :)

8 Nisan 2010 Perşembe

park

8 Nisan 2010 Perşembe
Pazar günü güzel bir sesle uyandım. Mutfağa gittiğimde başka bir güzellikle karşılaştım.


Böyle cama yapışmış "part" diyordu. Üç kelimelik kelime hazinesinin en değerli parçası! O sırada annem de ekmek alınması gerektiğini söyleyince giydirdim ufaklığı, tuttum elinden "part"a götürdüm. Bir pazar sabahı ekmek almaya gitmek için can atacağım hiç aklıma gelmezdi.

İlk başta salıncağa oturttum, iki sallandı sıkıldı. Sonra kısa kaydırağa koydum, elimle tuttum. Henüz 19 aylık olduğu için parktaki oyuncakları tanımıyor olabilirdi. Kaydıraktan kayıldığını böylelikle öğrendikten sonra oraya çıkması için merdivene yönlendirdim. Kaydırağın sonundaki düz alanda bitti kayması, ayağa kalktı, öyle olunca zemine inerken düştü. Bir dahaki kayışında ayağa kalkmadan ittirdi kendisini zemine ayağı yetişinceye kadar. Ben ağzım açık onu izledim ne çabuk öğreniyor diye.

Sonra tünele girmesini söyleyip öbür ucuna koştum, oradan geçsin diye. İlk başta ayakta geçmeye çalıştı, sonra eğilmekten yorulup emeklemeye başladı. En son da döner kaydırağa yönlendirdim. Artık ilk merdiveni çıktıktan sonra duruyor, ve bir tercih yapıyordu. Bir çocuğun şekillenmesine tanık olmak muhteşem bir şey!

Daha sonra kaydıraktan yukarı tırmanmaya çalıştı, hayır olmaz deyip kucağıma alıp yere koymaktansa, durdum, seyrettim. Nasıl olsa çıkamayacaktı. Çıkamadı da... Ve geri inip merdivene yöneldi. Böylelikle kaydırağın yukarı çıkmak için uygun olmadığını "öğrendi". Eğer şimdi bunu öğrenemeseydi, müdahale edip bunu görmesine engel olsaydım iki sene sonra onun yukarı çıkmaya gücü yettiğinde bunu yapmaması gerektiğini anlamak çok daha zor olurdu. En azından ben 1,5 senelik çocuklarla haşır neşirlik tecrübeme dayanarak böyle olduğunu düşünüyorum.

Bazen çocuğunu acayip şımartacak bir anne olacağımı düşünüyorum, ama bu tür deneyimlerden sonra galiba iyi bir anne olacağım diyorum. Çocuklarla iletişim halindeyken tahmin ettiğimden daha sabırlı, daha disiplinli ve daha kuralcı olabiliyorum.

6 Nisan 2010 Salı

paskalya

6 Nisan 2010 Salı
Unutmadan, ilk paskalya yumurtamı aldım Melda'dan, paskalya çöreğimle birlikte! Çocuklar gibi şenim! :)

meine sehnsucht

Özlem ile Martin nişanlandı. Hmm yakında bana "tante" diye seslenecek çocuklar türeyecek galiba :)
İsteme ve nişan adetlerimize uygun şekilde yapıldı. Tuzlu Türk kahvesi bile :) Üstelik Martin her şeye rağmen kabulüm deyip bir dikişte içerek hepimizin gönlünü kazandı :) Kesmeyen makası, Dieter'nin zorla söylemeye çalıştığı "Allah'ın emri, peygamberin kavli"... El öpmeyi bile öğrettik, daha ne olsun. Şimdi durmadan annemle teyzemin elini öpüyor ama ne zamanlar öpmesi gerektiğini de öğrenir yakında :) Tek sorunu teyzeme anne ya da başka bir şekilde değil de "Gülhan" diye hitap etmesi ki onda da kendisine enişte demediğimizden hak iddia edemiyoruz.

Cuma akşamı eve geldiğimde misafirler vardı. Misafir yoğunluğu cumartesi akşam saatlerinde pik yapmak üzere pazar gece yarısına kadar sürdü.

Dün akşam da üç gün üç gece kutlama tadında yemeğe çıkıp yine gece yarısı geldiğimiz için fena bir yorgunluk var üzerimde. Üstelik bu sezonki 152. hastalığım da baş göstermiş durumda... Ailemizin doktoru Begüm'ümüz der ki, psikolojik olabilirmiş. Düşünce gücümle boğazımı ağrıtabilir, ateşimi çıkarabilirmişim...

Anlatacaklarım vardı ama 11'i geçirmeden uyumak istiyorum. Şimdi hızla yatağa koşmalıyım...

30 Mart 2010 Salı

kurt kapanı

30 Mart 2010 Salı
Yoruldum blog, vallahi yoruldum. Henüz haftaiçinin %40'ı bitti üstelik ve ben stabil bir baş ağrısıyla birlikte yaşamayı kabullenmek zorundayım sanırım.

En tahammül edemediğim şey sorumsuzluk! Ben bir yere üç dakika geç kalacağım diye bile kendimi yerken millet nasıl kendinde bu kadar rahat olma hakkını görüyor anlamıyorum. Verdiğim bir sözü tutamazsam gece gözüme uyku girmez, bir başkasınınsa bu umrunda olmadığında, verdiği sözü mütemadiyen ertelediğinde, karşısındaki insanı bildiğimiz "salak" yerine koyduğunda delleniyorum adam akıllı.

Bir de "ben suçlu değilim"ciler var. Efendim ortada bir sorun vardır, olabilir, gayet normaldir. Sorunlar her zaman olacaktır ve akabinde çözülecektir. Ama insanlar bu sorunu el birliğiyle çözmek yerine suçlu aramaya kalkınca ve bunu da kendilerinden başka önlerine kim gelirse yıkmaya çalışırsa olmaz di mi? Tamam, şimdilik mücadele edebiliyorum, eyvallah hepsinden de alnımın akıyla çıkıyorum ama ben bu çatışma ortamı içinde kalmaya devam edersem özümden uzaklaşacağım. Her sabah uyandığımda kötü bir davranışta bulunmamak için kendime söz verir buluyorum kendimi. Bunu fark edince duyduğum üzüntüyüyse tarif edemem.

Ben gecenin 11:30'unda, gündüzden kalma baş ağrısıyla içtiğim sütten keyif alamadığım tek bir gün bile yaşamak istemiyorum. Şu anda sadece eksik olan sabır yönümü geliştirmek için, çıkarlarım doğrultusunda bana katkısı henüz sona ermediği için devam ediyorum bu çileye. Yoksa haybeye üzülecek kadar değersiz bir bedenim/ruhum olduğundan değil.

Ben bu kötü şeylere alışmak istemiyorum. Bunları kabullenmek istemiyorum. Ne zaman ki bu yakındığım şeylere alışmaya başlarım o zaman lütfen biri beni dürtsün. Neşe sakın, bu senin yaşayabileceğin bir hayat değil desin... Üç vakte kadar...

28 Mart 2010 Pazar

28 Mart 2010 Pazar
Dün 5:45'te evden çıktığımda hava aydınlıktı. Bundan tam 3 ay önce, 1 ocak sabahı saat 6:15'ten 7'ye kadar havanın aydınlanmasını beklemiştim de, aydınlanmayınca alacakaranlıkta çıkmıştım. Günler ne kadar uzamış, demek ki yaz yakın.

Üstelik Edirne'de bir sweatshirt bir yelekle terlediğim oldu ki Edirne'ye gidip de yağmuru yağdırmadığım ilk seferdi sanırım. Hemen hemen her hafta gittiğimi düşünürsek ne kadar az rastlanır bir şey olduğunu idrak edebiliriz :)

Yazın yakın olması da demek oluyor ki, toplu iğne başı kadar şeylere sevineceğimiz zamanlar geliyor. Burçları murçları bilmem ama havanın kesinlikle insanoğlu üzerinde inanılmaz bir etkisi var. Güneşi gördüğünde, güneş içini ısıttığında ağzı gülmekten yorulan tek insan ben olamam di mi?

Dün çok güzeldi. Olması gerektiği kadar güzeldi. Asansörde makyaj çantamı evde unuttuğumu fark edip -alışmadık popoda don durmaz misali- 3. kattan geri döndüm kullanmayacağımı bildiğim halde. Böylelikle bir otobüs kaçırmış oldum. En azından 15dk boyunca yeni otobüs gelmeyeceğini bildiğim için Beykent'e yürüdüm; 8 dakikada 1km. Yürümek? Neyse bir otobüsü sonundan yakaladım, arka kapısından bindim. Küçükçekmeceden metrobüse bindiğimde 6:33'tü. Şirinevler'deyken 6:45. 7 otobüsüne yetişme şansımı kaybetmiş gibi görünüyordum ama yine de Merter'de metrobüsten indiğimde koşmaya başladım, metroya kadar. Allah'tan. 6:52'de istasyona adımımı attığımda metro geldi ve kendimi içeri atıverdim. 6:58'de otogarda inip yazıhaneyi aradım biletimi kesin, otogardayım, koşuyorum demek için...

-Nilüfer Turizm, Kurtuluş
+Aa ben Kurtuluş şubesini mi aradım, Otogar değil mi?
-Otogar hanfendi buyrun benim adım Kurtuluş
+Ay şeyyy (Artık otobüsü bekletecekleri varsa da bekletmezler, ne desem? :)))) )

Velhasılı 7:00'da otobüsteydim. 9:17'de Edirne'de.

Kağan Otogar'a gelmemişti henüz. Sana kızayım mı beni karşılamadığın için dedim, kızma dedi. Kızmadım bende :) Çarşı'da esnaf lokantası tadında bir börekçide kahvaltı ettik. Nasıl olsa bal kaymaktan fazlasına ihtiyacımız yok. Ardından Meriç kenarında Türk kahvesi içtiğimiz yere gittik. Böcek sesleri duyulmaya başlamış, etraf yeşillenmişti. İlk defa bir mevsimi bu kadar sabırsızlıkla bekliyorum. Kahvelerimizi içtik, sohbet ettik. Bak blogçum, Kağan'ın en çok nesini seviyorsun dersen söyleyemem, dalga geçersin çünkü. Ama en çoktan bir az nesini seviyorsun dersen dinginliğini derim. Hayatımda gördüğüm en sakin adam olabilir.

Yürüdük, yürüdük... Meriç nehri, Tunca nehri... Sonra artık kendimizin bellediğimiz Suzy Cafe'ye gittik. Rengarenk makaronlar yemeye. 2 saatten fazla oturduk ve bizden başka gelen olmadı. Galiba orayı bizden başka bilen yok :) İyi ki... Bir ara Maranki ve Oğuzhan geldi. Başka masada onları ağırladık. Başarı ve başarısızlık üzerine "felsefe yaptık". Sonra onlar gitti, biz fotoğraf yıldızladık. Sürpriz yapmayı bi'türlü beceremiyorum çünkü yapacağım sürprizin mutluluğu içime sığmıyor ve söyleyiveriyorum :) Yakında "elli dokuz" geliyor.

Çok sevimli yerler var Edirne'de. Ve o çok sevimli yerlerde hiç bizden başka kimse olmuyor nedense. Yemek yediğimiz yer de öyle bir yerdi. Gıcırdayan ahşap merdivenleri, ahşap pencerelerin önünde çiçekleri... Hayal kurmak için müthiş bir arkaplan oldu.

Bi'deee benim bir İstanbul tişörtüm oldu sonunda! Aklıma geldikçe mutlu oluyorum :)

Ayşegül ve İbrahim'in yanına gidip çayımızı da içtik mii bir görüş gününün daha sonuna gelmiş oluyoruuuzz... Geriye 48 gün kaldı. Vay canına!

Eve gelip annemin türlü esprilerine katlandım, TEGV için hazırlık yaptım, saatimi bir saat ileri aldım ve artık yatma saatim çoktan gelmişti. Bazen mutluluktan uyuyamadığım oluyor. Yatakta dört dönüyorum ve sonunda yorgunluktan sızıyorum...

Dün ne kadar güzel bittiyse, gün de o kadar güzel başladı... Huzurlu bir ses uyandırdı... Kahvaltı yapıldı, TEGV için hazırlıklar tamamlandı, meteorit avı için mikroskop da çantaya atıldı ve yollara düşüldü. Yolun uzun olmasını seviyorum. Toplu taşıma araçlarını kullanmayı da seviyorum. Çünkü bu sayede kitap okuyabiliyorum :)

Çocuklarla meteorit avladık bugün ve benim dandik mikroskobumla zar zor üç tanesini görmeyi
başardık. İlk meteoriti gördüğümüzde ben çocuklardan çok daha fazla heyecanlandım! :) Etkinlik grubumuz müthiş. Çocuklar o kadar güzel ki, hiç zorlamıyorlar... Hiç sinir yok, sadece keyif var!

Etkinlik sonrasında biraz Orçun'la sohbet ettikten ve dünyayı bencillikten kurtarmak için hala yeterince güçlü olmadığımıza kanaat getirdikten sonra ayrıldık. Fakültedekilerle buluştum. Hızla koca koca adamlar/kadınlar olduğumuzu görmek çok enteresan. Bol gülmeli bir öğleden sonraydı...

Volk da askere gidiyor :( Kendisini askerlikteki hırsızlık vakalarına alıştırmak için arabadan inerken kendime bile çaktırmadan yağmurluğunu aşırmışım. El alışkanlığıyla yanımda duran yağmurluğu da alıp inince arabadan Volkan'ın dilinden kurtulamadım :)

Bugün FB-GS maçı varmıştı. Yani sonradan öğrendim o yüzden varmış, ama maç esnasında biliyordum o yüzden vardı. Sanırım FB'nin kazanmasını ilk defa bu kadar çok istedim. Bir nevi vatani görev, bir askerimizi memnun etmenin bedeli paha biçilemez :)

Çok zor bir hafta beni bekliyor. Gerim gerim gerileceğimi biliyorum ama daha 10 saat kadar bunu düşünmek istemiyorum. En azından "an"ı zehir etmeye gerek yok. Hem zannımca bu haftayı çıkaracak kadar pozitif enerji topladım. Haftaya Allah kerim...

Hmm, ayrıca çocuklar kadar sesime yansıyan ikinci şey de seramikmiş. Elime fırçayı alınca baştan aşağı yenilendim! Şimdi biraz kitap okuyup yatma vakti...

Bir de haber: Özlem haftaya nişanlanıyor. Özlem bile evleniyorsa, dünya üzerindeki "ne işim olur evlilikle" diyen herkes evlenir.

25 Mart 2010 Perşembe

yoruldum

25 Mart 2010 Perşembe
Fiziksel yorgunluk, mental yorgunluk bir yana; ruh yorgunluğu fenaymış.

24 Mart 2010 Çarşamba

sızım sızım atlarım

24 Mart 2010 Çarşamba
Eve gelirken yapı markete uğrayıp fayans aldım. Boyamak üzere. Mesut'un deyimiyle "Kenef taşına bile sanat bulaştırıyor kız" tanımına uyabilmek için :)

Ben bir kutuda 10 fayans oluyor sanıyordım, meğer 25 tane varmış. Olsun sorun değil, ne kadar ağır olabilir ki, tanesi 1kg olsa, yarı kilomdan az yapar, zaten sporda 35kg ile kürek çekiyorum diye düşündüm. Yaklaşık 600 mt kadar taşıdım 25 fayansı. Ve sonuç; sol kolum tamamen, sağ kolum kısmen kullanım dışı. Boyamak bu akşamlık hayal oldu. Halbuki canım nasıl da çekiyor. Gidip gelip boyalarımı kokluyorum... Bakarsın birazdan ellerim titreye titreye sarılırım fırçalara...

Bu arada daldan dala olacak ama corn flakes'i bile tarifle yapan bir anneye sahibim. İşe gittiğimde beslenme çantamdan bir kase müsli ve bir küçük şişe süt çıktı. Küçücük kasenin çeyreği kadar koyulmuş müsli. Ben bununla doyacak mıyım diye düşünerekten yedim. Sonra annemi aradım, neden bu kadar az koydun, acıkacağım bak diye... Meğer bir tarif varmış iki kaşık yulaf, bir elma rendesi, tarçın ve baldan oluşan. O iki kaşık dediği halde annem beş kaşık koymuş üstelik. "E annecim elma tarçın vs nerde?" sorusunun cevabı yok. Onları unutmuş :) Böyle bir insanla hayatı paylaşıyorum işte, arada kurduğum "saf" cümlelerin nedeni çok uzakta değil :)

Bugün canımı sıkan bir şey oldu, ama sanırım bu tür şeylerin canımı sıkmasına izin vermemeliyim. Çok basit çözümleri olan şeylerde, çözüm üzerine konuşmak yerine sorunu ve getirdiği olumsuzlukları ağda gibi uzatan insanlar için hayat kimbilir ne kadar zordur. Ben iki dakikada sorunun çözümü için adım atıp ve dahi çözerken dönüp baktığımda onların hala vah vah diye kıvrandığını görmek insanlık adına çok üzücü.

Sonunda üzerinde van gogh resminin olduğu çikolata kutumun içi boşaldı. Acaba ne zaman vazgeçeceğim sırf kutusunu beğendiğim için bir şeyler almaktan? Sanırım farkında olmadan metal kutu koleksiyonu yapıyorum...

Böyleyken böyle blogçe, kolum epey zorluyor beni...

Aa bu arada senin haberin yoktur cancağızım, bahar geldi resmi olarak. İnşallah yakında fiilen de gelir. Sonra önümüz açık biliyorsun ki. Haydi öptüm, çav bella!

21 Mart 2010 Pazar

kitap okuma yolculuğu

21 Mart 2010 Pazar
Cumartesi günü kitap okumak için yer aradım... Gülhane'ye mi gitsem diye düşündüm. Sonra bir cumartesi günü sessizlik için uygun bir yer olmayacağını fark ettim. Neresi neresi diye düşünürken aklıma otobüste kitap okuyabileceğim geldi. Üstelik şehirlerarası bir otobüs olursa -Edirne örneğin- kahve filan da içebilirim yolculuk esnasında dedim ve kendimi Otogar'a attım.
Kahve-kurabiye eşliğinde gözalabildiğine yeşillik, arada deniz manzaralı koltuğumda kitabımı okudum. İndiğim yerde bir de ne göreyim! :)

Yarım saatliğine çay içmeye gitmiştim, 3,5 saat oldu. Dönüşte de günbatımını izledim yine kahvemi içerken. Daha ne istenir ki?

çiçek bahçesi

Zorba'da der ki; "İnsanın mutluluğu yaşarken idrak etmesi çok zordur. Ancak geriye dönüp baktığında vay ne kadar güzel günlermiş diyebilir". Sanırım şanslı olduğumu bir kez daha hissettim bu satırları okuyunca. Çünkü ben son 1,5 senedir sürekli ne kadar mutlu olduğumu fark ediyorum. -Tütütütü maşallah- Gerçekten bak blog, her gün dün ne kadar mutluydum ama ne güzel, bugün daha mutluyum diyorum. An'ı yaşarken mutluluğu ve şansı iliklerime kadar hissediyorum. Ve bu herhangi bir şeye bağlı bir mutluluk değil, içimde bir yerlerde var. Ne bileyim, mavi elbisemle aynaya baktığımda kendimi güzel görmenin mutluluğu değil bu. Ya da koca bir kalıp çikolatayı ısırırken duyduğun mutluluk da değil. Kapıyı açtığında çiçekçi çocuğun uzattığı kocaman bukette bile saklı değil. Çoktandır görmediğin bir arkadaşla sarıldığındakinden de uzak bir mutluluk.
Sabah gözlerini açtığında gülümsemek, gece yastığa başını koyduğunda iyi ki diyebilmek kadar basit, o kadar "benim" mutluluğum. Benden başka hiçkimsenin dahil veya sebep olamayacağı...
O yüzden de kimse bozamaz işte. Ben bir kere keşfettim ya gülümsemenin gücünü -Allah yine de karşılaştırmasın- sanki hiçbir şey elimden alamaz onu. Hani güçlü filan diyorlar ya; fasafiso. Güç değil bu. Sabır, metanet hiç değil. Ne bileyim işte, orada içimde bir yerde bir çiçek büyüyor. Bazen içime sığamıyor; içim içime sığmıyor. Mutluluktan raks etmeye başlıyorum Zorba gibi. Şakıyorum, benimkine şakımak denirse. Bir Türk kahvesi yapıyorum kendime ki bastırabileyim içimdeki o kocaman çiçeği. Yoksa boynuzlarım çıkacak benim de mutluluktan diye korkum.
Küçücük dünyamda iki çocuk sesiyle mutlu olup, hasır sepetime üzüm doldurmanın hayalini kurarak yaşamak olacak şey mi yoksa? O çiçek olmasa...

18 Mart 2010 Perşembe

önceleyin

18 Mart 2010 Perşembe

Önce bir ellerin vardı yalnızlığımla benim aramda
Sonra birden kapılar açılıverdi ardına kadar
Sonra yüzün, onun ardından gözlerin, dudakların
Sonra her şey çıkıp geldi

Bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde
Sen çıkardın utancını duvara astın
Ben masanın üstüne kodum kuralları
Her şey işte böyle oldu önce


Cemal Süreya

1954

çenem düştü galiba

Bugün itibarıyle tam 15 gündür hastayım. Öksürüyorum, boğazım ağrıyor ve sesim hiç feminen değil. Hala giyinmeyi öğrenemedim. Kar beklenen günde incecik tişört üstüne pardösüyle dışarı çıkarsam sonucun böyle olması hiç de şaşırtıcı değil. Mart da hiç şaşırtıcı değil. Öğrendik artık, kapıdan baktırıp kazma kürek yaktırırmış gerçekten. Kazma kürek yakamayanları da hastalıktan yattırır heralde lafın devamı olarak...

Şimdi ben bugün çok gevezeyim ve sürekli saçmalıyorum o yüzden. Bazen böyle oluyor. Bir süre sessiz kalmam gereken bir ortamdaysam, ordan ayrıldığımda insan gördüğümde/duyduğumda nefes almaksızın konuşabiliyorum. Hasbelkader kimse çıkmazsa karşıma en yakınımı arayıp, bak fena halde konuşmam gerekiyor, lütfen sus ve beni dinle diyip sonra mütemadiyen saçmalayabiliyorum.

Bugün de sanırım 2 saat 10 dakika süren oyunda sessiz kalınca böyle bir patlama yaşadım. Kod adı: Kongo'ya gittik Melda ile birlikte. Muhteşemdi diyemeyeceğim. Fazla durağandı. Güzel göndermeler yok değildi ama gereksiz uzatılmış bir oyundu. Olsun, bu akşam bu oyuna gitmesem çok daha faydalı bir iş yapmayacaktım; en fazla 35-40 sayfa kitap okurdum, ama hiçbir şey değilse bile otobüs durağında yanıma soru sormaya gelen bayandan korkup da o tatlı iletişimi kuramamış olurduk örneğin. Bazen böyle saçma sapan ufacık tefecik şeylerle mutlu oluyorum işte. Ne de olsa hayat "an" değil mi?

Uyku saatimi geçtim, en iyisi uyuyayım. Benim için gün yatağa girince bitmiyor ne de olsa. Öyle macera dolu ve eğlenceli rüyalar görüyorum ki; hiç sıkılmıyorum uyurken. Bak bu da enteresanmış, öyle diyorlar.

Sen bloga yazma yazma, yazdın mı da böyle baştan ayağa saçmala. Oldu mu şimdi? Hı?

15 Mart 2010 Pazartesi

j'adore

15 Mart 2010 Pazartesi
Hafta sonu kaçak misafirimiz vardı. Pek iyi etti de geldi. Ama ne yalan söyleyeyim, hiç ama hiçbir şey anlamadım. 5 dakikalığına uğramış gibiydi.

Elinden tuttuğum gibi j'adore'a götürdüm kendisini. Kandırmak çok kolay zaten, iki tatlı verince istediğin her şeyi yapıyor :) Ben de Ali Muhiddin Hacı Bekir'den cevizli lokum alıp on adım başına bir lokum vere vere götürdüm j'adore'a :)


Orada da geleceğe yatırım olsun diye yukarıdaki fotoğrafta yer alan altı bol çikolatalı kup ve yanında sıcak çikolata verdim. Oooh artık kırk yıl kadar kölem olabilir. Sonrasına bakarız.

Hani sanal bebekler vardı biz ilkokuldayken. Aynen öyle Kağan Beyimiz. Karnını doyur, uykusuz bırakma tamam. Çift kişilikli ama bu iki şeyi yaptığın sürece kötü kişiliği eliyorsun. Çok eğleniyorum çözümü bu kadar kolay olan huysuzluklarla.

J'adore... Fena bağımlılık yaptı. İçinde nane yaprağı ve limon dilimi olan su, kristal bardaklar, her daim rengarenk çiçekler, güleryüzlü garsonlar, harika çikolatalar ve fransız şarkıları... Üç tane masası var zaten, bana yer kalmaz diye kimseye söyleyemiyorum ama herkesi de kolundan tutup oraya götürüyorum. Yakında ev kıvamını alabilir...

10 Mart 2010 Çarşamba

kültürel çeşitlilik

10 Mart 2010 Çarşamba

Son iki senedir o kadar farklı bir dünyadayım ki… Ya da öncesinde o kadar izole bir hayatım varmış ki… Bir taraftan her gün yeni bir şey öğrenip mutlu oluyorum, bir taraftan da bu çeşitlilik gözümü korkutuyor.

Hep söylenilen "Türkiye'nin kültürel çeşitliliği"nden bahsediyorum. Benim annem tarafım da baba tarafım da Rumeli göçmeni. Bir taraf Ege'ye bir taraf Trakya'ya göçmüş ve böylelikle oraların kültürlerini almışlar. 20 yıl boyunca oturduğum yer de göçmen mahallesi olunca izole bir hayatım olması normal gözüküyor. Ama gittiğim okullarda olsun, girdiğim ortamlarda olsun pekala uzak diyarlardan da pek çok arkadaşım oldu. En gerçek örneği Nimi. Hataylılar. Yıllarca ben onlardan, o bizden çıkmadı ama evlerimizdeki, yaşayışımızdaki tek fark Emoş'un yemeklerinin "biraz" daha acı olmasından başka bir şey değildi. Ya da Aslı. Antepli. Ama ne annesinin giyim kuşamında, ne bayram telaşlarında, ne de yaşam alışkanlıklarında bir fark göze çarpıyor. Tek fark dolmaya katılan sumak gibi gelirdi bana, ki bayılırım Ünal Teyzeciğimin dolmasına.

Velhasılı bu iki en yakın örnek dışında en doğudan en batıya, hatta ülke sınırlarının dışında –doğuda ve batıda- pek çok insan tanıdım da, bu kültürel çeşitliliği sofradan başka bir yere taşıyamadım yıllarca. Çünkü herkes globalleşen dünyanın neferleri olarak gayet standart hayat alışkanlıklarıyla donatılmıştı. Evlerinin dekorasyonlarından, aile ilişkilerine; damak tadından, giyime kuşama… Ne Polonyalı Ula çok yabancı, ne de Denizlili Aziz çok yerli… Ne Alman "eniştem" Martin öteki, ne Özkan abim içimizden biri. Kaynakçı Laz Hasan bizimle aynı dili konuşuyor, aynı şeylere gülüyor. Herkes bir çizgide gibi.

İdi…

İlk afallamamı temmuzda, Esma'nın düğününde yaşadım. Öyle düğün dernek işlerini çok sevmem, ama 1,5 sene aynı ofiste haftanın 5 günü, günde 10 saatini geçirdiğin insanın düğününe gitmemezlik yapamıyorsun. Esma'lar Karslı. Düğünden önce Erzincanlı arkadaşım Duygu bana göbek atmayı öğretmeye çalışırken pes ettik ve "halay biliyorum, iki halay çeker otururum"da anlaştık. Düğüne bir gittik, ne göreyim; zaten göbek atma diye bir şey yok. 469 çeşit halay var, ve hiçbiri benim bildiğimden değil! Ki –doğu yörelerine çok kaymasam da- 12 sene halk oyunlarıyla içli dışlı olmuş biriyim. Damat, payduşka zaten hak getire. İşte orada idrak ettim, siz biz diye bir şeyler var. Kültürel çeşitlilik sofradan taşmaya başladı o gün ufak ufak. Oyunlara, eğlence anlayışına sıçradı yavaş yavaş.

Sonra şimdiki işime başladım. Süryani diye bir şey varmış; öğrendim. Daha önce kimleri temsil ettiğini bilmediğim bu kavramın içi doldu. Bir anda yepyeni isimler girdi lûgatıma. Bir anda azınlık oldum. Etrafımdaki herkes Ermeni oldu –ki bugüne kadar tanıdığım Ermeni sayısı bir elin parmaklarını bulmaz-. 6 Ocak'ın Gregoryenlerin, 25 Aralık'ın Katoliklerin bayramı olduğunu öğrendim. Garbis'in bir erkek adı olduğunu. Bacik'in öpücük, Ahçik'in kız demek olduğunu. 50 gün süren orucun kurallarını, Mardin'deki muhteşem manastırı öğrendim. Artık kültürel çeşitlilik kavramının da içi yavaş yavaş dolmaya başladı. Sofralardan eğlence anlayışına geçen çeşitlilik, artık dine, dolayısıyla hayat tarzına, hayata bakışa geçti.

Ben bu süre içinde biraz da kendimi keşfettim. İdi kısmına kadar anlattıklarım dolayısıyla sanıyordum ki gayet hümanist bir insanım, ırkçılık yanımdan geçmez; dünya üzerindeki her insanla iletişim kurabilirim hiçbir problem yaşamadan. İlk zamanlarda, azınlık olma psikolojiyle mi bilmem, bir anda ne kadar ırkçı bir insan olduğumu fark ettim. Elizabet'in değil de Sevgi'nin işine öncelik verme eğiliminde olduğumu gördüm. Stephan'a bağlı çalışmak biraz dokunur gibi oldu, Murat dururken. Sonra ne oldu? Ben o azınlık psikolojisini atıp insan psikolojisine geri döndüm. Irkçı düşüncelerimden arındım pek tabii ki. Artık Elizabet de, Linda da, Didem de bir benim için. Ama başlardaki düşüncelerimden biraz ürkmedim değil.

Şimdiye kadar yaşadığım kocaman dünyanın aslında ne kadar izole olduğunu keşfettim. Ne kadar apolitik bir insan olarak yetiştirildiğimi fark ettim. Bu açıdan ne kadar eksik olduğumu görüp siyaset, siyaset tarihi, dinler tarihi üzerine kitaplar okumaya başladım. Her gün en az bir şeyi yaşayarak öğreniyorum ve bu her gün kafamı yastığa huzurlu koymamı sağlıyor.

Son zamanlarda pek az yazıyorum; çünkü bolca okuyorum, düşünüyorum ve sorguluyorum. Biraz daha dolayım, öğrendiklerimi buraya da akıtırım. Bu şimdilik durum tahlili yazısı olsun.

7 Mart 2010 Pazar

ellerim bomboş

7 Mart 2010 Pazar
mini mini bir kuş donmuştu
pencereme konmuştu
aldım onu içeriye
cik cik cik cik ötsün diye
pırpır ederken canlandı
ellerim bak boş kaldı

5 Mart 2010 Cuma

bu su hiç durmaz

5 Mart 2010 Cuma

İnsan bir kere kendine barajlar kurmaya kalktı mı kendini ifade edemez oluyor. Çünkü kurduğu cümleler baraja takılıyor, beyninin içinde kalıyor, büyüyor, büyüyor, büyüyor. Sonra kimi zaman sivilceler, kimi zaman kafatasını patlatırcasına baş ağrısı olarak dışarı sızıyorlar. O anlarda, ağrı öyle uyuşturucu bir etki yapıyor ki, ağzından çıkanı kulağı duymaz oluyor, saçmalıyor. En yakınlarına akıtıyor zehrini, hak etmedikleri halde.

Başın dik ol, güçlü ol, gururlu ol, hep gül, yere sağlam bas, aman sakın yüzün düşmesin vs vs vs.

sen hep kendine önlemler aldın
ben kendime yasaklar koydum
önümüzde barajlar var
bu su hiç durmaz

4 Mart 2010 Perşembe

hapşiuu

4 Mart 2010 Perşembe
Sanırım hapşırırken boynu tutulan ilk insanım.

3 Mart 2010 Çarşamba

sevilmedim

3 Mart 2010 Çarşamba
Bir şiir yazılmadı bana
Bir şarkı söylenmedi
gözlerime bakılarak
Rüyalara girmedim
günlerce anlatılan
Öpülmedim
başım dönercesine
Sıcak kollara alınmadım
içimi eritircesine
Güzel sözler söylenmedi
kalbimi titreten
Elim tutulmadı
hiç bırakılmamacasına
Sevilmedim gönülden
İhanetten uzak
Hiç bitmemecesine…

ebru yaşar seçen 2010
kış

1 Mart 2010 Pazartesi

astronomi kulübü

1 Mart 2010 Pazartesi
Verdiğim en keyifli etkinlik ve en akıllı etkinlik grubum astronomi kulübündeki çocuklarım. Programını kendimiz hazırladığımız için mi, yoksa çocuklar müthiş zekaları ve ilgileriyle bizi de aktif halde tuttuklarından mıdır bilmiyorum ama büyük bir heyecanla bir sonraki etkinliğin hayalini kuruyorum, boş kaldığım her anı çocuklara bilim eğitimi konusunda araştırma yaparak geçiriyorum.

Orçun sözde bana destek olmak için gelecekti etkinliğe. Ne desteği, resmen aldı götürüyor. O olmasaydı eminim bu kadar eğlenceli ve faydalı bir etkinlik olmazdı. Tıpkı çocuklar gibi ben de onun konuşmalarını hayranlıkla dinlerken buluyorum kendimi.

Etkinlik sonrası Kağan ile konuşurken dedi ki, "Çocuklarla vakit geçirdikten sonra sesin o kadar neşeli geliyor ki! Haftada bir gün bile olsa sakın uzak kalma onlardan..."

Fark ettim ki ben yaptığım hiçbir işten çocuklarla vakit geçirdiğimde aldığım kadar keyif almıyorum. Bir iki sene önce burdan yola çıkarak yanlış meslek seçtiğime kanaat getirirdim. Şimdiyse diyorum ki, iyi ki çocuklarla keyif almak dışında hiçbir beklentim olmadan vakit geçirebiliyorum.

Foto:
Altta bahsi geçen ve kalbimi çalan Emre ön tarafta çökenlerden yeşil eşofmanlı olan.
Önde görünen gri küreler Güneş sistemimizdeki sekiz gezegenin boyutlarına göre orantılı yapılmış maketleri.

28 Şubat 2010 Pazar

uzay ve emre

28 Şubat 2010 Pazar
Az önce kapı çaldı. Açtığımda karşımda yakışıklı bir bey vardı. Annesini babasını da tutmuş kolundan getirmiş. İlk defa gördüm hayatımda kendisini. Hemen mutfağa koşup Türk kahvesi yaptım. Anne-babasına ikram ettim. Sonra biz yakışıklıyla gramofon dinledik. Yarın da ben onlara gidiyormuşum, öyle dedi. Çok hızlı ilerliyor her şey.

Adını sordum, dört parmağını gösterdi. O başka sorunun cevabı olmasın dedim, bu sefer üç tanesini gösterdi. Kelimelere gerek kalmadan anlaşabiliyoruz. Çok güzel :)

Uzay Bey teşrif etmeden az önce de Emre'den bahsediyordum anneme. Bugün vakıfta etkinliği iptal olduğu için bizim etkinliğe gelen çocuklardan biri. Bayıldım kendisine. İki yanağında gamzeleri, gri yeşil gözleri, pofuduk beyaz teni... En çok da müthiş zekasına ve bilgisine hayran kaldım.

Fena halde bir erkek çocuk istiyorum. Daha sonra kızım da olabilir. Ama bir oğlum mutlaka olsun lütfen.

özledim

24 Şubat 2010 Çarşamba

ilk bakış

24 Şubat 2010 Çarşamba
Bu gece benimle uyur musun?
Beni hissederek, ta yüreğinden
İlk önce
Nefesimi hayal et meselâ…
Yan yana yatarken sana bakışımı
Başını göğsüme koymanı
Kalbimin sesini dinlemeyi
Beni öpmeyi…
Sonra
Tekrar göz göze gelişimizi düşün
Ve bu kez benim seni öptüğümü
hiç ama hiç bırakmamacasına öptüğümü
her kıvrımını…
Ve sarılıp beraberce mutlu bir uykuya dalmayı…
Bunları düşün bu gece
Madde madde
Nasıl yılların ötesinden çıkageldiğini
Dünyamı yeniden inşa ettiğini
Beni tekrar tekrar keşfettiğini
Düşün…
Yüreğimde var olan tek atımlık
aşkı sevdayı hangi ara sahiplendin
Bunu da düşün…
Yıllar öncesiydi
Sen az ötemde, hafif çaprazımda oturuyordun
Kısa, çok kısa göz göze gelmiştik
Bildin mi?
O an
Baktın mı gözlerime?
İyice baktın mı?
Gördün mü oradaki sevdamı
ve bitmeyecek özlemimi
Gördün mü?
Daha sonra gitmek üzere kalktım
Küçük bir öpücük bırakmıştım dudağına
O an
Sana olan hasreti hissettin mi peki?
Tabii nereden hatırlayacaksın?
Yıllar öncesiydi…

off!.. bu kaçıncı müsvedde?.. yaz yaz, nereye kadar

ebru yaşar seçen 2010
kış

23 Şubat 2010 Salı

şiir

23 Şubat 2010 Salı
Çok güzel bir rüya gördüm. Ebru Abi’mle oturmuşuz karşılıklı. Mekân ada filan olabilir. Mevsim sonbahar. Eski ahşap bir masadayız, yekpare değil şerit şerit olanlardan. Etrafımızda haşereler zarar vermesin diye yarısı kirece boyanmış yapraksız ağaçlar.

Ebru Abi’m elindeki kadehi bana uzatıyor. Kadeh, konik bir kadeh. Bakalım okuyabilecek misin diyor. Şiirmiş uzattığı kadeh. İçinde yazılı bir şey yok; sarı yapraklar, birkaç kuru dal, biraz sim var. Ama öyle bir ahenkle yerleştirilmiş ki okumaya başlıyorum gerçekten. Üstelik şairin sözleriyle. Birkaç dizesini okuyabiliyorum. Kadehin dibi daha karışık, geri uzatıyorum Ebru Abi’me, sen devam et ben bu kadarını okuyabildim diye.

Huzurlu uyandım, hala etkisi üzerimde…

22 Şubat 2010 Pazartesi

pazar

22 Şubat 2010 Pazartesi
Cumartesi akşamı teyzemlere gittim. Eski günleri yâd ettiğimiz her an gibi güzel bir gece ve sabahtı… Erken kahvaltıdan sonra alelacele evi terk ettim vakfa gitmek üzere. Üzerimde bir önceki gün etkinlikte giymek için aldığım uzay baskılı sweat shirt ve parmağımda üzerinde yıldız ve galaksiler olan yüzükle :) O kadar mutlu ve heyecanlıydım ki gülümsememi durduramadım yol boyunca. Koştur koştur vakfa girdim, Orçun çıktıları almaya başlamıştı ben yoldayken. Ben gidince de kesip PVC kapladık ve tahmin ettiğimizden çok daha güzel “astronomi kulübü kartları”mız oldu. Bakıp bakıp mutlu oldum :)

Geçen dönemin aksine reklamın etkisiyle 20 çocuk kaydolmuş bu dönem etkinliğe. İlk hafta 14’ü gelmişti ki oldukça güzel bir sayı. İçlerinden birkaç tanesinin oldukça sağlam astronomi bilgisi var ve bilime düşkünler. Böyle olunca yaptığımız işten keyif aldığımız bir etkinlik dönemi olacak sanırım.

Çocuklardan birinin adı Zeynep Avcı! Zaten üçümüz olmalıydık bu etkinlikte, gerçeğini bulamadığımız için yerine temsili olarak küçük Zeynep’i kabul ediyoruz :)

Ege’nin Jüpiter’in uydusu Triton’daki yaşam arayışları konusundaki demeci (Satürn’ün uydusu Titan’dan bahsediyor :) ), Rukiye’nin ışıklı hesap makinesi tasarımı, Berinsu’nun “ben istemiyorum”ları, Berk’in karikatüre olan yatkınlığı ile dolu dolu bir etkinlikti. Şahane bir “Benim Evrenim” posteri oluşturduk!

Önümüzdeki Pazar’ı iple çekiyorum. Tabi Cumartesi’yi daha kuvvetli çekiyorum :)

Görüş 7/12 için şafak: Atarsa 4

cumartesi

Upuzun bir hafta sonuydu. Sanki hafta sonu değil de haftanın kendisi gibi. Belki de zamanın göreliliğinin bir kanıtıdır;

“Hayat seninle nasıl bir düşse, sensizken karabasan
Ne yaparsam yapayım, sensiz geçmiyor zaman”


Cuma milongasına normalde iş çıkışı Taksim’e gidip bir şeyler yedikten sonra giderdim, bu da yorgunluk öncesi yorgunluk demek olurdu ama eve gir çık da üşenirdim. Bu hafta mecburen eve uğramam gerekti; cumartesi odaya kaydolmak için diplomamı almam gerekiyordu evden. Annecimle akşam yemeği yiyip biraz da vakit geçirip çıktım evden. Gündüz Eylül’le konuşmuştuk saat 10 gibi 4.Levent’te buluşuruz diye. Üzerine hiç konuşmadan aynı zamanlarda buluşma mekânımızda olduk ve yine konuşmadan birbirimizi bulduk. Demek ki cep telefonu olmadığı zamanlarda da o kadar zor değilmiş buluşmak :) Buluşma kısmı enteresandı. Önce Umut’un kıvrak eli, ardından sırasıyla koluna astığı çanta, boynundaki fular ve küpeyi gördüm. “Bu estetik harikası görüntü, Umut’tan başkasına ait olamaz” tahlili isabetli oldu :)

Milonga oldukça kalabalıktı bu hafta. Bence bu kadarına gerek yok. Ne çok tenha, ne çok kalabalık; ortalama her zaman iyidir.

Gece, normal şartlarda görmeye tahammül edemeyeceğimiz ellerin hazırladığı köfte ekmekleri mideye indirip kuş cıvıltıları eşliğinde eve döndük. Yazdan kalma bir gün gibiydi. Kumla’da hissettim kendimi.

Sabah 06:45’ten itibaren telefonumun yaklaşık 10 kere çalmasıyla uykunun bana haram olduğuna kanaat getirip kalktım. Meldacan iş çıkışı Eylül’le beni aldı ve hasret kaldığımız Taksim’in biraz keyfini çıkardık. Makine mühendisleri odası’na uğrayıp hem Kağan’ın kartını aldım hem de kendini makine mühendisi sanan endüstri mühendisi olarak odaya kayıt oldum. Oradaki enteresanlıklara hiç değinmiyorum ama şunu söylemeden geçmeyeyim; her zaman için “kadınlarla çalışmak çok zor”.

Yazmaya üşenmeye başladım.

Cuma akşamı benim Fatih’e karşı kırdığım potları cumartesi günü bir satıcı bey bana karşı kırdı, sanırım Fatih’in ahı tuttu :)

+Bak, sana kanım ısındı sen bizim oralardansın, Bitlisli ya da Vanlısın di mi?
-Yok değilim, bu ak pak suratın ne alakası var Allah aşkına o taraflarla
+Ya ben de sarışın renkli gözlüyüm ama Diyarbakırlıyım. Beni de hep Trakyalı sanıyorlar hiç de haz etmem onlardan.
-Öhömmm, ben Trakyalıyım.
+Yaa?! Öyle değil aslında ben kürtlüğümle çok övünüyorum da ondan dedim. Aslında Trakyalıları değil ya Boşnakları filan sevmem ben.
-Hıı ne güzel, benim dedem Yugoslavya doğumlu.
+E yok artık! Ya kusura bakma öyle demek istemedim.
-Neyse biz de gidiyoduk zaten.
:)

Üstüne bir de doğduğu günü bildiğim ve yıllardır görmediğim birini görüp, haliyle tanımadan, analar neler doğuruyor diye içimden geçirip, üzerine kızın yanıma gelip “Neşe abla?” demesi vardı ki, tanımam için ismini söylemesi gerekti. Dünya ne kadar küçük dedirtiyor son zamanlarda hayat. Kağan’la konuşurken şarjımın bitmesi üzerine Melda’nın okuldan arkadaşı ve Kağan’ın da devresi olan Mustafa’nın Melda’yı araması ve Melda’nın da iş arkadaşım olması dışında Işık Üniversitesi’ndeyken 1 seneliğine yurtta Sedef’in oda arkadaşı olması da bunlardan biri.

Velhasılı; J’a dore, perhiz, Türk kahvesi, Rum-Ortodoks kiliseleri sergisi… Tatmin edici bir cumartesi…

17 Şubat 2010 Çarşamba

güneş saati

17 Şubat 2010 Çarşamba
Şu anda etkinliğimizin 7. haftasını planlıyoruz Orçuncan'la; Güneş saati yapımı. İki çeşit güneş saati gösterdikten sonra bomba soru geliyor:

-Peki gece saati göstermiyor mu?
+?!?!?! E güneş saati??

15 Şubat 2010 Pazartesi

hafifledim

15 Şubat 2010 Pazartesi
Ohh! Üstümden büyük bir yük kalktı. Bir derin nefes alıp hayatıma kaldığım yerden devam edebilirim. Pazar günü de TEGV'de yeni etkinlik dönemi başlıyor ki değmeyin keyfime. Hayat yavaş yavaş normale dönüyor...

14 Şubat 2010 Pazar

şeker hamuru

14 Şubat 2010 Pazar
Ve şeker hamuru kaplanmış pastacıklarımız;

çikolata

Çikolata yapmaya gidiyorum demiştim di mi?

10 Şubat 2010 Çarşamba

teknolojik

10 Şubat 2010 Çarşamba
Teknolojinin bu kadar ilerlemesi büyük rahatlık di mi blog? Mesela son bir ay içinde insanlarla görüşmemi engelleyen teknolojik ilerlemeleri yazayım sana. Dalış kulübünün yıllık aidatını götürüp Cem hocayla hoşbeş etmek yerine EFT yaptım. Oooh mis. Oturduğum yerden. Sonra lenslerimin süresi dolmuştu. Yıllardır lensimi aynı yerden aldığım için gitmeye zahmet etmeme gerek yoktu. Parasını EFT yaptım, şoförlerden birine söyledim gitti o aldı. Oysa lens alacağım günler benim için acayip keyifli olurdu. Mısır çarşısı, çiçek pazarı ve Hacı Bekir'e uğranmadan bitmezdi. Bazen buna vapur sefası da eşlik ederdi. Gün sonunda o tatlı yorgunlukla kahvemi içerken değmeyin keyfime. Bu seferse hiiç yorgunluk nedir bilmedim. Oturduğum yerde lenslerim ayağım geldi.

Sonra efendim, eski işyerimden arkadaşlarla gün yapıyorduk. Ben şimdi onlarla eskisi kadar sık görüşemiyorum haliyle ama bu kadar mı olur? Bir ayı aşkın süre görüşemedik iki adım yerde. Yine EFT imdadıma yetişti.

Şeker hamurunda da aynı şey. Eminönünde dükkan dükkan gezip esnafla sohbet etmek yerine iki tık, tamam.

Ben bu kadar teknolocik bir insan olmak istemiyorum blog. Bakkal Ali Amca'dan 250gr peynir almanın keyfini yaşamak istiyorum hala. Ali Amca babamın halini hatrını sorsun istiyorum mesela. Ne bileyim, para üstü olarak yumiyum versin istiyorum. Ben şimdiden eskiyi özlüyorum. Bundan yirmi yıl sonrasını düşünmek bile istemiyorum... İçime yine bir yaşlı ruhu kaçtı sanırım...

pastacı

En büyük zevklerinden biri yemek yapmak, daha da büyüğü yemek yemek olan; polimer kildir, seramiktir her türlü hamur kıvamındaki şeyle oynamayı seven biri için rüya gibi bir şey şeker hamuru. Hem yoğuruyorsun, renklendiriyorsun, şekil veriyorsun; hem de löplöp mideye indiriyorsun. Bulunmaz Hint kumaşı kıvamında yani.

Ne zamandır özeniyordum, istiyordum bulaşmayı bu işe de. Dün en sonunda sipariş verdim internetten. Neyi beklediysem şimdiye kadar. Bugün elime geçti. Beni görsen, bir heyecan bir heyecan. Gören ilk barbie bebeğini alan beş yaşındaki kız çocuğu sanır :)

Birazdan çikolata yapacağım. Cuma akşamı da şeker hamuru kaplanmış minik kekler. Çok heyecanlıyım blogçum. İçime kelebek filan kaçmış olabilir mi acaba?

7 Şubat 2010 Pazar

lavinia&maiamaia

7 Şubat 2010 Pazar
işte fotoğraf: aynı kartelada birer sayfa arayla karşıma çıkan iki iplik ismi!

4 Şubat 2010 Perşembe

l&m

4 Şubat 2010 Perşembe
Bugün işe boğulmuşken bir şey geldi önüme. Dünkü çorba faciasından sonra bugün çantamda fotoğraf makinesi olmadığı için fotoğraflayamadım. Ama yarın çekeceğim. Gülümsetti beni. Yıllardır tanıdığım bir çiftin birbiri için yaratıldığının bir kanıtı gibiydi! :)

3 Şubat 2010 Çarşamba

çorbacı

3 Şubat 2010 Çarşamba
Bilen bilir emektar termosumu ve çorbaya olan düşkünlüğümü. Sabah öğle akşam çorba verseler gıkımı çıkarmam. Öyle olunca, çoğu zaman emektar termosumun içini çorba doldurur sabah kahvaltısı niyetine. Uzaktan bakanlar için çok karizmatik görünse de servis beklerken termosla bi'şeyler içen kız modeli, bildiğimiz tarhana çorbası içindeki :)

Aslında her günüm aynı, her sabah geç kaldım diye koşturarak servise gidişim ve 5 dk servis bekleyişim bile...

Bugün yine termosumda çorba, servise geç kaldım diye fırladım evden. Annecim de kapattı sanıp termosun kapağını öylece salıverdi çantama. İşkillenip asansörde kontrol edeyim dedim, yıllardır korktuğum şey nihayet başıma gelmiş, çantanın içi çorba olmuş! Çantadaki eldivenler çorbayı emmiş, cüzdan, kremler, ne varsa çantada batmış... Mide bulandırıcı bir koku ve dokuya bürünmüş :( termosun ağzını kapatıp, çantanın da fermuarını çektim ve iş yerine gidene kadar bu kötü olay başıma gelmemiş oyunu oynadım kendime. Sonra yarım saat her şeyi yıkamaya uğraştım..

Niye anlattım şimdi bunu? Çünkü bu olay kendimdeki değişimi fark etmeme bir vesile oldu. Eskiden olsa, annemi arayıp "biraz dikkatli ol" diye kalbini kırardım. Bugünse aradım anne böyle böyle olmuş ama önemli değil sorun yok, temizleyeceğim işe gidince dedim. Hatta o kadar sakin söyledim ki annem birkaç damla bir şey olduğunu sanmış. Gerçekten de biraz zaman kaybettim ama temizledim işte... Kalbini kırmaya gerek yokmuş demek. Bu olgunluğu gösterebildiğim için mutlu oldum. Cüzdanın derinliklerinde unutulmuş notlar gün yüzüne çıktığından iyi ki dökülmüş bile dediğim oldu hatta :)
 
naeknhu © 2008. Design by Pocket