21 Eylül 2010 Salı

futbol

21 Eylül 2010 Salı
Ben küçükken, halamlarla yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezken, babannem Fenerbahçe maçlarını dizlerini döve döve izlerken, her Pazar saatlerce futbol yorumu dinlenirken, ailenin hem kadınları hem erkekleri için Fenerbahçe pek kutsaldı.

Odamın duvarını sarı lacivert boyadığım, sarı pantolon üzerine lacivert sweat shirt giydiğim zamanlardan bahsediyorum. Yaş 10-12. Bazen keşke Beşiktaşlı olsaydım da bu kadar zevksiz giyinmeseydim diye geçirirdim içimden :) Ama Fenerbahçeli olmak da bir ayrıcalıktı. Öyle inandırılmıştım :)

Sonra ergen dönemlerde futboldan uzaklaşıp basketbola kaymıştım. Tanrım ne büyük zevkti! Lise hayatımız boyunca o kadar çok maça gittik ki! Devir Efes ile Tofaş’ın kapıştığı devir. Şimdi kalmadı Tofaş filan o kadar eski yani :) Abdi İpekçi, Daçka, Ahmet Cömert üçgeninde neredeyse her hafta bir maç. Artık basketbolcuların eşleriyle, anne babalarıyla muhabbeti koyulaştırmış kıvama gelmiştik ki lise bitti, maçlara ara verildi…

Üniversitenin ilk yılında ne futbol ne basketbol… Derken babama babalar günü hediyesi almak üzere Fenerium’a giriyorum. “98>100” tişörtleri var, demek sene 2005. Eski günler aklıma geliyor, halamların her köşesinden Fenerbahçe fışkıran evleri, benim sarı lacivert odam aklıma geliyor ve dayanamayıp bir forma, bir çorap bir defter ve bir klasör alıyorum. Babamı unutmuyorum ona da bir tişört alıyorum, merak etmeyin :)

Defter kalın ciltli olduğu için taşımaya üşeniyorum, bir kenara kalkıyor. Forma her zamanki gibi kazandığımız bir Galatasaray maçının ardından bir kere giyiliyor ve Hakan abiyle tanışmamıza vesile oluyor. Çorap birkaç zaman sonra miadını dolduruyor haliyle. Klasörü de sıkılana kadar kullanıyorum…

Bi dakika bu seneye dair bir detay daha var aklımda. Yazlıktayız. Sezonun ilk haftası filan olabilir. Fenerbahçe maçını izlemeye sahildeki çay bahçelerinden birine gidiyorum. Garsonlardan biri burası çok kalabalık, içerde çay ocağında izle diyor. İçerde kuruluyorum rahat bir koltuğa. Çaylar gelip gidiyor. Muhabbet koyu. Para mara almıyorlar, bir dahaki maç için davet ediyorlar. Bak o yaz az iddaa oynamamıştık Ceko ile, şimdi hatırladım. Hiç kazanamamıştım, FYI (nimicim sana).

Sonra babannem Hakk'a yürüyor, halamlarla eskisi gibi görüşemiyoruz, babamla maç
izlemiyoruz.. E bireysel çabalar da bi yere kadar di mi. Ne futbol ne basketbol.. Araya 3-4 sene giriyor. Zaman zaman halı saha maçında eniştemin çeneme attığı top aklıma geliyor, gülüyorum.

Sonra bir hakem beyle tanışıyoruz. Halı saha maçları filan tanıdık geliyor. Haftanın her günü, günün her saati TV’yi açtığında futbol programı bulmasına şaşırmıyorum, çünkü babamdan tanıdık bana bu görüntüler.

Eski evimizin holünde kocaman bir Fenerbahçe ilk 11’i asılıydı. ’92 senesinin. 92 kadrosunu ezbere saymam bu yüzden, ben kaç sene o tabloya baktım sen biliyor musun? :) Okocha’nın kırmızı ayakkabılarını bilmeme, Engin’in bacağının kırıldığını ve sonra Çanakkale Dardanel’e geçtiğini hatırlamama, Collina’yı bilmeme şaşırma… Neticede eski bilgiler bunlar. İbrahim Toraman’ın hala oynamasına şaşırıyorum mesela. Çünkü benim bildiğim kimsecikler kalmamış artık sahalarda :)


Velhasılı… Bir ayda üç maça gittim. Üçü de Saraçoğlu’nda. En son Saraçoğlu’nda maç izlediğimde ilkokula gitmiyor bile olabilirim, hatırlamıyorum… Statta maç izlemenin keyfi oyundan çok tribünleri izleyince çıkıyor. Koca statta nasıl bir ahenk var. Birileri oturuyor, birileri kalkıyor, karşılıklı atışmalar, ışıklarla yapılan oyunlar ve maç izlerken çitlenen çekirdekler :)

Ben çok sevdim ve özlediğimi fark ettim. Neticede Haluk Bilginer’in dediği gibi insanları ortak paydada toplama hususunda futbol kadar iyi başka hiçbir şey yok.

0 yorum:

 
naeknhu © 2008. Design by Pocket