30 Ocak 2010 Cumartesi

if i fell

30 Ocak 2010 Cumartesi
if i fell in love with you
would you promise to be true
and help me understand
'cause i've been in love before
and i found that love was more
than just holding hands

if i give my heart to you
i must be sure
from the very start
that you would love me more than her

if i trust in you oh please
don't run and hide
if i love you too oh please
don't hurt my pride like her
'cause i couldn't stand the pain
and i would be sad if our new love was in vain

so i hope you see that i
would love to love you
and that she will cry
when she learns we are two

if i fell in love with you

28 Ocak 2010 Perşembe

safrankurdu

28 Ocak 2010 Perşembe
Hafta sonu Eylülcan bizdeydi. Ben evde mahsur kaldığımı zannederken (dışarı çıkmaya yeltenmedim pazar akşam üstüne kadar) o Giresun'dan dönerken hızını alamayıp bize geldi. Annem de evde olmayınca büyyük bir zevkle evimin erkeği rolünü üstlendi :) Ona yemekler hazırladım, film izlerken meyvesini soyup yedirdim, hatta karnı ağrıyor diye sıcak kompresler bile yaptım. Sonra kendini gerçekten erkek sanmaya başlayınca üçüncü günün sonunda yol verdik kendisine :)

Neyse efendim, ben ona yemek hazırlarken o gitmiş baharat kavanozlarını karıştırıyordu. Hepsinin üstüne elcağızlarımla etiketler hazırlamıştım vakti zamanında. Safrana uzanıp ama bunun içinde safran yok ki dedi. Safran azıcık pahalı bir baharat olduğundan kıyıp da çok sık kullanmıyorum :) o yüzden bitmesi ve yerine başka şeyin konması imkansız. Ben de kavanozu incelemeye aldım. Anam o da ne, içi kurt olmuuşş. Lavaboya biraz döküp üzerine su dökünce çıkan sarı renkten, içindekinin hala safran olduğunu anlıyorum. Bu durumda şekil değiştirdiğine göre hareketsiz de olsa o şeylerin kurt olması gerekiyor.

İşteee, bu benim hep merak ettiğim bir şey, arkadaşım, kapalı kavanoz, hava almıyor ve içinde de sadece safran var. Nereden çıktı bu kurtlar?? Madem yoktan var olmadılar, o zaman safranın içinde saklı kurtçuk yumurtaları mı varmış? Yani biz pilava safranla birlikte kurtçuk yumurtalarını da katıp bi güzel afiyetle yemiş miyiz?

Iyy, iğrenç demeden önce şunu da düşünmek lazım; bu durumda biz şimdiye kadar mercimekle, ne bileyim unla, fasulyeyle filan da güve yumurtlarını yutmuş olmalıyız. Yoksa kapalı kutuların içinde nerden pörtlüyor onlar??

Değerli bilim insanı arkadaşlarım, size sesleniyorum: Alanınız çok farklı olsa da beni bu konuda aydınlatın lütfen, kendimi çok cahil hissediyorum. Yediklerimiz gördüklerimizden ibaret değil mi yoksa?

26 Ocak 2010 Salı

26 Ocak 2010 Salı
Haftasonu kendime evde mahsur kalmış süsü verdim. Baktım dışarsı bembeyaz hiç dışarı çıkmaya yeltenmedim. Eylül Giresun'dan döndü cumartesi. 17 saat yol. Hızını alamamış eve valizlerini bırakıp kendini bize attı. Annemin de misafirleri yoğun kar yağışı nedeniyle iptal olunca türlü türlü kek pasta börekle evde başbaşa kaldık. Eylül evimin erkeğini oynadı, ben ona meyve soyup yedirdim. Sabah ondan önce uyanıp mükellef bir sofra hazırladım. İki günün sonunda kendini erkek sanmaya başlayınca üçüncü günde yol verdik kendisine :)

Aslında çok başka bir yere geleceğim. İki kız oturup da içinde "amores" olan bir film izlerse n'olur? "Aşk üstüne felsefi düşünceler" bir bir dökülmeye başlar :)
Yaşantımızdaki her şeyin doğanın yansıması olduğuna inanan takıntılı bir kişi olarak dedim ki bir mert kişi çıkıp da "insan tek eşli bir varlık değildir" dese bütün sorunlar çözülecek. Vallahi bak. Hayvanlarda tek eşliliğin yüzde oranının tekli basamaklarla ifade edildiğini düşünürsek zaten olması gereken de bu. Kim demiş insanoğlu tek eşlidir diye? Bizi böyle düşünmeye sevk eden şimdiye kadar böyle bir dünyada yaşamış olmamız, alışkanlıklarımız, geleneklerimiz...

İzlediğim çoğu filmde, tanık olduğum pek çok olayda işin içinde bir "aldatma" var. Adı aldatma, çünkü insanın tek eşli olması gerektiğine dair bir beklentimiz var. Eğer bu beklenti olmasa, kimse eşi başka biriyle birlikte oldu diye üzülmezdi. Üstelik aldatılan insan sayısının aldatılmayan insan sayısından daha yüksek olduğunu düşünürsek zaten teoride olmasa da pratikte insanın çok eşliliğinin yansımalarını görüyoruz. Söylediklerim çok uç ve sapkın şeyler gibi geliyor di mi? Bana da öyle geliyor zaten. Ama bu düşüncedeki tek amacım ilişkideki mutsuzluk nedenlerini ortadan kaldırmak :) Evet canım, bence de öyle ilişki olmaz olsun zaten. Topa tutmayınız lütfen.

Ben çok eşlilikten yana mıyım? Hayır, asla. "Aldatan" birine "şerefsiz" yaftasını da yapıştırırım anında. Bizden geçti ama mesela dünyaca karar alsak da, bir sonraki nesle insanın çok eşli olduğunu aşılasak ve insanların bu yöndeki beklentilerinin önüne geçip aldatma kaynaklı üzüntülerin kökünü kurutsak (Allahım sen koru sen esirge :) ). Ne dersiniz, hoş olmaz mı?

Bir sonraki yazı dizimizde de ilişkide kıskançlık kaynaklı üzüntüleri önleme yöntemlerini paylaşacağım sizlerle :)) Aşk doktoru olduk iyice. Blog, yok bi daha aşk maşk sana! :)

19 Ocak 2010 Salı

umut...

19 Ocak 2010 Salı
Hope is...

...doksan dokuz kere yanılsan da yüzüncüde yine güvenmektir.
...even you have mistaken ninety nine times, to trust in hundreth again.
Uzun bir aradan sonra bir pazar günü evde kalınca kahvaltı masasında bir liste döküverdi annecik. Tadilat listesi. Mutfak dolabının içine ekstra raf istiyorum, küçük banyonun sifonu bozuk, balkona da saksıları koymak için raf mı yapsak? Eh evin dişi görünümlü erkeği olunca tüm matkap, anahtar, tornavida gerektiren işler bana bakıyor. Neyse ölçüleri alıp Bauhaus'un yolunu tuttuk. Ama bahçe kısmına girince içimdeki dişi fırlamasın mı? Ne kadar pembeli morlu çiçek varsa topladım :) Siklamenler, çuhalar, sümbüller. Bir de limon selvi. Gelince de ne zamandır ertelediğim balkonu adam etme işlemi başladı. Sardunyaları üç uzun saksıya topladım. Hiçbirinin çiçeği olmadığı için hangi renklerin bir arada olduğu sürpriz. Neyse ki çok uyumsuz seçeneklerimiz yok. Yaralı bereli yaramaz çocuk görünümündeki ellerime yeni yeni yaralar, morluklar ekledim. Amaan neyse tetanoz aşım hala geçerli diyerek toprakla oynaşmaya devam ettim. Bir de mutfağı temizlerken yağ çözücüyle fazla haşır neşir olunca ellerim sızım sızım...

Bir haftasonunu daha maalesef geride bırakırken, her akşama bir plan olan bir haftaya merhaba diyoruz sayın seyirciler :)

Aa bugün noldu? Tam çocukları çok özledim diye içimden geçirirken Yeşim aradı, astronomi etkinliğini önümüzdeki dönem de açar mısın diye? Hay hay efendim, ne demek! Bir bıcırık afiş hazırladım az önce ona. Bakalım işe yarayacak mı...

Yarın Orçuncum'un korist olduğu bir konserdeyim: Şah Hüseyn'in Firkatiyle... CRR'de. Bekleriz.

Çarşamba'da Melda ile birlikte Kral Dairesi'ne gidiyoruz.

Perşembe pek tabii ki spordayım. Yani blogçum hala her gün haberleştiğimiz günlere dönemiyoruz. Arada pek çok şey oluyor, ama ben sana anlatana kadar zaman aşımına uğruyor, aklımdan çıkıyor... Hadi kendime bir ipucu bırakayım; bir sonraki yazıda suzy cafe olsun! :)

Gözlerinden öperim
'e

17 Ocak 2010 Pazar

mutluluk kalfası

17 Ocak 2010 Pazar
Boş gezenin mutluluk kalfası olmak istiyorum bazen.

çalış-ma

Yazma sıklığım epey düştü. Çünkü yazma sıklığı ve hayat sıkıcılığı müthiş bir korelasyon içinde. Negatif korelasyon haliyle... O kadar çok çalışıyorum ki akşamları eve geldiğimde konuşmaya mecalim kalmamış oluyor. Ya beni ancak spor kendime getirir deyip spor salonuna atıyorum kendimi, ya da bir şeyler okuyayım da gün kazançsız bitmesin diyorum. Bu arada insanın canı çikolata çeker gibi spor çekermiş meğer. İki gün gitmezsem üçüncü gün koşar adım atıyorum kendimi salona.

Hafta sonları, hafta içi sıkıcılığının etkisiyle kendimi nerelere atacağımı şaşırıp pek çok şey yapmaya çalıştığımdan dolu dolu geçiyor, kabul de, bu da inanılmaz bir fiziksel yorgunluk veriyor. Hafta içi zihinsel, hafta sonu fiziksel derken bünye mütemadiyen yorgun.

Baktım böyle bir yaşam beni insanlıktan iyice uzaklaştıracak ve bir müddet sonra mutsuzluğa sevk edecek, hiç olmazsa hafta içi bir akşam bir aralar geleneksel hale getirmeyi başardığım tiyatro günlerine geri döneyim dedim. Artık hafta içi bir gece tiyatro, iki-üç gece spordayım. Belki biraz daha rahat olur böylelikle kafam.

Geçen hafta Ne dersin Azizim?'e gittik annecikle. Aziz Nesin uyarlaması. Hem bugüne hem geçmişteki pek çok siyasal olaya taşlamalar var. İşin kötü yanı geçmişteki olaylara atılan taşların bugün hala gediğine oturuyor olması. Oyunu öyle bir seyirciyle izledik ki, of of... Bir oyuna giderken beni en çok korkutan şey kötü bir oyun olması değil de oyunu kötü seyirciyle izlemek olmuştur hep. Çünkü en kötü oyun bile bir şey katar, en azından eleştiri kabiliyetini geliştirir. Ama ya nerede alkışlayacağını, neresiyle güleceğini bilmeyen seyirci öyle mi? Verdiği tek şey sinir! Bir de yanımdaki beyefendinin kendini iyice kaptırıp sahneye laf atması, kara mizahı komedi olarak algılaması yok mu?...

Tüm çevre şartlarına rağmen en beğendiğim oyunlar arasında yer aldı Ne dersin Azizim?

Az önce söylemeyi unuttuğum bir şey var, gün itibarıyle çalışmak sadece hafta içine mahsus değil. Önümde yığılı dağ gibi kağıt... Bugün de böyle geçecek ne yazık ki. En azından yeşilliklerin içinde çalışmak bir nebze rahatlatıyor. Şimdi gidip onlarla baş etmem lazım blogçe. Hadi sana kıyak geçip bir iki resim atıp öyle gideyim!

11 Ocak 2010 Pazartesi

velhasılı

11 Ocak 2010 Pazartesi
Yaşlanmışım be blog! Vallahi, içler acısı durum. Eskiden sabah 9'da başlayan gün sabaha karşı 4'te biterdi de ertesi gün yine sabahın 8'inde ayakta olurdum. Şimdi nerdee? Ne oldu da neyin yorgunluğu bu bilmem.

Cumartesi annecikle kahvaltı ettikten sonra onu işe uğurlayıp çıktım kursa gittim. Kaç hafta önce tabak bırakmıştım fırına da yeni gidebildim almaya.

Öğlen Eylül'ün kurs çıkışına giderken Taksim'e, bir minicik Eylülcük ile tanıştım otobüste. Bazen 8 bazen 25 yaşında olduğunu iddia eden 5 yaşındaki Eylül ile :) parmağındaki ojelerin 5 yaşındakiler için olan ojelerden mi olduğunu sorunca önce parmak uçlarına yükseldi, sonra da kollarını havaya kaldırıp büyüğüm ki ben dedi. Çocuklar çok tatlı. Uzaktan baktı baktı bir gülümseme görse hemen gelip bıcır bıcır konuşmaya başlayacak belli. Yol boyunca öpe koklaya bitiremedi. Nasıl güveniyosun küçüğüm, kimim ki ben?

Hmm bir de içimi burkan bir detay... Yüzünde makyaj olmamasına rağmen far, allık, ruj filan sürdüğünü iddia ediyordu. Dedim ki, senin gözlerin o kadar güzel ki -gerçekten de öyleydi, yemyeşil gözler- makyaj yapmasan da çok güzel olursun bence. Hayıııırrr dedi bastırarak. Makyaj yapmazsam güzel olamam kiiii. 5 yaşındaki bir çocuğun makyajsız güzel olamayacağını sanmasına yol açan her türlü basın yayın organından tiksiniyorum.

Küçük Eylül'ün yanından ayrılıp orjinal Eylül'le buluştuk. J'adore'du sanırım oturduğumuz yerin adı. Herkesin bir gün açma hayaliyle yanıp tutuştuğu cafélere benziyor. Minik ahşap masalar, masalarda canlı çiçekler, kendini evinde hissettiren bir sevimli çikolatacı.

Bütün taşları ve akabinde incileri döktükten sonra Hakan Bey de masamıza müdahil oldu. Öyle olunca dans edecek bir yer bulmak farz oldu. Önce Mısır apartmanına gittik. Vakıf toplantısı varmış, hazırlıklar vardı. E çok da seçeneğimiz olmadığına göre ikinci seçenek olan TangoJean'e gittik. İrfan Bey sağ olsun dersi üst kata almak suretiyle bize jest yaptı.

Eylül'den sonra Nimi, Nilü ve Burcu'yla buluşacaktım, iki buluşma iç içe geçti. Kızlar TangoJean'e geldi. Sonra hep beraber geçen sefer tünel tarafında keşfettiğimiz ve adını hala bilmediğim yere gittik. Kahveler içildi, fallar bakıldı. Bana pek tabii ki pek çok uzun ince yol çıktı. Hiç de adetim değildir halbuki (!) :) Gece boyunca masamızın yanında 392 kişi düşme tehlikesi atlattı. Masaya bir kamera koysak görüntüleri show habere satabilirdik.

Nimicim Eylül acilen bir pijama partisi istiyor aynı ekiple, haberin olsun.

Eve geldiğimde saat 1 olmamıştı ve ben yorgunluktan ölüyordum. İşte bi 99'luların ilkokula başladığını öğrendiğimde fark etmiştim büyüdüğümü bir de şimdi...

Pazar da Volk'un Amerika'dan temelli dönüşü şerefine fakültedekilerle buluştuk. Begüm'ün bıcır bıcırlığına bayılıyorum blog. O kadar çocuk ki yarın öbür gün koyduğu tanılara kim inanacak bilmem :) Gerçi ben hala kendimin de "Neşe Hanım" oluşuna inanamıyorum ya... Birileri sözümü dinleyince çok komik geliyor. Böyle beni ciddiye alıyolar filan. Ne bileyim içimden elma şekeri yemek gelirken birileri gelip bana yapacakları şeyi soruyor. Hayat ne garip! :)

Bugünkü en büyük dileğim "hava keşke erken kararmasa" idi, gerçekleşmedi. Yaz gelsin bir an önce. Güneşi kendi ellerimle uğurlamak istiyorum artık.

7 Ocak 2010 Perşembe

saklambaç

7 Ocak 2010 Perşembe
Saklandım. Çünkü gecenin bir yarısı yazdıklarım yüzünden soru yağmuruna tutulmak isteyeceğim en son şeydi. Az kalsın "bu blogu sil"i tıklıyordum, başka bir alternatif daha varmış :) Biraz da böyle gitsin bakalım...

6 Ocak 2010 Çarşamba

sinek

6 Ocak 2010 Çarşamba
Eve kocaman bir sinek girmiş vızvız sinir bozan bir sesle dolaşıyor. Üstelik kocaman, çarpışıyoruz resmen :) Hani eşek sineği diye bi'şey olsa ondan diyeceğim. Sesi ve durmadan önümden geçişi iyice sinir edince anneme "Anne biz bu şeyle mi yaşayacağız bundan böyle?" dedim. Gelen cevap benim -eğer varsa- tüm hümanist yanımın kaynağını ortaya koydu.

-Dışarı salacağım da korkuyorum...
+Camı açınca içerisi soğur diye mi?
- Hayııır bu soğukta dışarıda ölür diye korkuyorum.

Hala o sinekle birlikte yaşıyoruz. Zaten alışığız biz buna, sivrisineklerin bizi ısıracağını bile bile onları bile öldürmüyoruz mesela yazları :)

3 Ocak 2010 Pazar

ladies by st ziza

3 Ocak 2010 Pazar
Böyle, eskilerden hiç görmediğin kareler pat diye çıkınca karşına, ne güzel oluyormuş. Bundan sonra çekilen her fotoğraftan sonra bakayım diye makineye saldırmak yok. Mümkünse önce fotoğraflar bir-iki seneliğine salamuraya yatırılacak, sonra tadı iyice oturunca, keyifle bakılacak...

biyonikadam

İnsanın yapmak istediği çok şey ve bunları yapabileceği pek az zaman olunca, biraz fazla zamanı bir arada görünce insan olduğunu unutup sanki bünyenin gücü limitsizmiş gibi davranabiliyormuş.

Mesela evde kalmadığı bir gecenin sabahı, eve gelip kendini hemen mutfağa atıp kek, kurabiye yapıp, mutfağı toplayıp sanki önceki akşamdan hiç yorgun değilmişçesine hiç oturmadan hazırlanıp kendini bir de spor salonuna atabiliyormuş. 1,5 saat spor yaptıktan sonra elinde kolunda poşetlerle emanetçilik görevini yerine getirmek üzere ilk kapıya gidip iki posta akşam yemeği yedikten sonra, yeni yıla nerede gireceğine karar veremeyen bünye ne yardan ne serden diyerek ikinci kapısı olan teyzesine gidip üçüncü akşam yemeğini yiyip, hangi akla hizmetse yılbaşı gecesi saat 9:30'da Levent'e doğru yola koyulabiliyormuş. Üçüncü kapı olan Alp Bey ve Hande Hanım malikanesine vardığında yeni yıla sadece 20 dk kalmış olsa da, hiçbir şeyden geri kalmamanın mutluluğunu yaşayabiliyormuş :) O gece biraz tango, biraz müzik, bolca muhabbet, scorpions eşliğinde halay vs derken sabahın 5'inde tavşan masalı dinleyerek uyuduktan sonra 6'da kalkıp hava henüz aydınlanmadığı için 6:45'e kadar bekleyip, sonra da havanın aydınlanacağı yok deyip bir saatlik uykuyla Edirne yollarına düşebiliyormuş...

Böyle -miş'li -muş'lu yazmaktan yoruldum yahu.

Meriç'in bir kenarında kahvaltı, diğer kenarında Türk kahvesi, ardından pazar gezmesi, öğle yemeği derken zaman akıııpp gidiverdi yine... Halbuki daha 15 dk olmuştu gideli... Neyse akşam otobüsüyle geri döndüm, eve geldiğimde saat yine 10'a geliyordu. Yol boyunca kendi kendime tekrar ettiğim kararı uygulayıp, polar battaniyeme sarınıp televizyonun karşısına kıvrılıverdim gelir gelmez... Bacaklarım uzun süredir bu kadar ağrımıyordu.

Ama Neşe akıllanır mı? Yooookk. Ertesi gün ne bileyim koy iki film izle işte. Hani evcimendin, di mi? Dalış kulübünde 1. geleneksel aşure gününü nasıl kaçırırım? Tüm malzemeler var da, onları koyacak tencere yok deyince Cem hoca, yüklendim babannemden kalma koca tencereyi kulübün yolunu tuttum. Aşure ruhuna yaraşır biçimde el birliğiyle aşuremizi yapıp afiyetle yedik. İçinde parmağımın olmasıyla alakası yok -ama ruhumun olmasıyla belki- yediğim en lezzetli aşureydi. Bu sene yapmayı içimden geçiriyodum zaten, ilk tecrübenin böyle cümbür cemaat olması isabet oldu.

Velhasılı, üç günlük planımı sadece bir eksikle -cumartesi gecesi milongası- tamamlamış olduğum için kendimle gurur duydum. Şunu yapıcam, bunu yapıcam deyip yapamadığım günlere inat...

Zaten biraz da aileye zaman ayırmak gerekiyor, o görevimi de cumartesi akşamı ve pazar bütün gün yerine getirmiş oldum. Artık iki ay rahat ederim diye umuyorum :)

Şimdi yarının pazartesi olduğunu aklının ucuna bile getirmeden huzurlu bir uyku vakti...

Bu arada eve girerken kar yağıyordu lapa lapa! Üşümeyi hiç sevmesem de, bütün mevsimleri layıkıyla yaşamak taraftarıyım.. O yüzden pek bi mutlu oldum görünce!

Çav bela blogçe!
 
naeknhu © 2008. Design by Pocket