29 Nisan 2009 Çarşamba

geleceğe mektup

29 Nisan 2009 Çarşamba
Kendime mektup göndermek istiyorum ama 2-3 yıl sonra elime geçsin istiyorum. Elektronik mektup da olur. Sadece o gün nerelerde olacağımı, bugün ne durumda olduğumu karşılaştırmak açısından.

Telefonuma ya da outlook’uma hatırlatma da koyabilirim ama bu süre içerisinde onları değiştirmeyeceğimin garantisi yok.

Ya da yazıp bir kitabın arasına koyabilirim ama kim bilir ne zaman rastlarım tekrar.

Velhasılı, sorarım size; teslim tarihini seçebildiğimiz bir e-posta ya da mektup yolu var mıdır?

Bi’ ara 2025’e mi ne cumhuriyet mektubu gönderiliyordu hani…

27 Nisan 2009 Pazartesi

naylon torba mı kese kağıdı mı?

27 Nisan 2009 Pazartesi
İki ürünün yaşam döngüsü analizini karşılaştırdığımızda, kese kağıdının göründüğü kadar masum olmadığı ortaya çıkıyor.

1. Üretim, doğal kaynaklar, kirlilik karşılaştırması

Naylon torbaların çoğunluğu polietilen denen plastikten üretiliyor, polietilen ise bir petrol türevi. Dünyada her yıl 4-5 trilyon naylon torba üretiliyor, her dakika bir milyon naylon torba çöpe atılıyor. Denize atılan naylon torbaların her yıl bir milyar deniz kuşu ve memelisinin ölümüne yol açtığı sanılıyor.

Kese kağıtlarının hammeddesi ise ağaç. Bir kese kağıdının yapımı için bir galon su harcanıyor (naylon torbanın 50 katı). Ağaçların bulunması, kesimi, bunun yapılması için yol açımı ormanın faunasına zarar veriyor. Ağacın kağıda dönüşebilmesi için 3 yıl bekletilmesi gerekiyor. Sonra talaşa dönüşecek şekilde doğranıyor ve muazzam ısı ve basınçta eziliyor. Elde edilen madde kireçtaşı ve sülfürik asit içinde 8 saat bekletiliyor ve kağıt hamuru haline geliyor. Bir ton kağıt hamuru elde etmek için üç ton ağaç kesiliyor. Ağaç hamuru daha sonra yıkanıyor, bunun için binlerce ton su gerekiyor (1 ölçek kağıt hamuruna 400 ölçek su). Hamur kurutulduktan sonra kağıda dönüştürülüyor. Bunun dışında ağaçların genellikle fabrikalardan uzak yerlerde bulunan ormanlardan getirilmesi, üretilmesi ve son noktaya gönderilmesinin de hesaba katılması gerekiyor. 1999'da sadece Amerika'da kullanılan 100 milyar kese kağıdının üretilmesi için 14 milyon ağaç kesildiği belirtiliyor.

Kağıt, üretilme aşamasında naylon torbadan %40 daha fazla enerji harcıyor. Kağıt endüstrisi, çevreye en zararlı 10 endüstri kolundan biri. Plastiğe oranla %70 daha fazla hava, %50 daha fazla su kirliliği yaratılıyor.

Kaynak: Kağıt ve polietilen naylon torbalarının çevre üzerinde karşılaştırılması, Amerikan Çevre Bakanlığı, Ağustos 1988

2. Geri dönüşüm

Araştırmalara gore dünyada naylon torbaların %5.2'si geri dönüştürülüyor geri kalan %94.8 ise çöplükleri dolduruyor. Naylon torbaların doğada çözünmesi bulunduğu duruma göre 100-10000 yıl alıyor. Naylon torbaların 1970'lerde yaygınlaşmaya başladığını hesaba katarsak, şimdiye kadar üretilen tüm naylon torbalar hala aramızda! Kağıt atıklar %10-15 oranında geri dönüşüme giriyor ancak bu geri dönüşüm sürecinde plastikten daha fazla enerji harcıyor.
Bir paketin bir defa dönüştürülmesi için harcanan enerji:

Naylon torba: 17 BTU
Kağıt torba: 1444 BTU

Kaynak: Wall Street Journal gazetesi, 1989 Plastik Dönüşüm Rehberi

3. Atık ve Doğada Çözünme

Kese kağıtlarının geri dönüştürülme oranı daha fazla, Mürekkepsiz olanları bahçenizde veya kompostunuzda kullanabilirsiniz. Ancak kağıt, çöpe gittiğinde sanıldığı gibi kolaylıkla çözünmüyor. Bozunmayı sağlayacak oksijen, ışık, su gibi materyaller alt katmanlara ulaşmadığından kese kağıdı da çok uzun zaman (belki de asla) çözünmüyor.

Kaynak: Bill Rathje, Stanford Ünversitesi, 'Çöp Projesi' Başkanı

Sonuç: Her zaman olduğu gibi tüketmemek, tüketirsek de bir defadan fazla kullanmak en iyi çözüm. Yıkanabilen ve defalarca kullanılabilen bez torbalar, fileler ya da sepetler tabii ki en iyi seçenek. Çantanızda veya arabanızın bagajında bulunduracağınız bez torbalar, sizi bu ikilemden kurtaracak ve dünyada bıraktığınız ayak izinizi azaltacak. Siz mutlu, ağaçlar, su, deniz kaplumbağaları mutlu…

Derleyen: Gizem Altın Nance / Buğday Derneği, 17.04.2009

26 Nisan 2009 Pazar

vesaire

26 Nisan 2009 Pazar
Etkinliğin ilk günüydü bugün. "Kendime yolculuk"un. 13 tane çocuğum vardı. İki tane numunelik vardı, gerisi çok tatlıydılar. Acaba nasıl karşılarlar diye tereddütlerim de vardı ama hiçbir problem yaşamadan bağırlarına bastılar beni :)
İki tane numuneliğin bir tanesi tam yaramaz. Yerine zaten oturmuyor. Ama onun yerine masanın altına oturmak da nesi? Sürekli ben bunu yapmak istemiyorum filan. Ama nispeten uyum sağladı. Çünkü önceden duyumlarını almıştım nasıl dehşet bir şey olduğunun.
Öbür numunelik de böyle ben birinciyim kılıklı bi' şey. Benim gözüme girmek için ne yapacağını şaşırıyor filan. Bu pek zararlı değildi ama azıcık sinir bozucuydu.
Velhasılı güzeldi. Korkutmaya çalıştılar o kadar 2. sınıflar felakettir diye ama hiiiç de öyle değilmiş. Acayip keyif aldım ve zaman su gibi geçiverdi.

Çıkınca Sirkan beyciğimle buluştuk. 15 dakikası haklı 25 dakikası haksız olmak üzere 40 dakika bekledim kendisini. Olsun, okuyacak şeylerim vardı. Açık havada iyi oldu :) Romantik bir öğle yemeği yedik kendisiyle. Ardından biraz kitapların arasında kendimizi kaybedelim deyip kitapçıya girdik. O da ne? Girmemizle birlikte Jovano Jovanke çalmaya başladı. Birden yaban ellerde memleket türküsü duymuş gibi olduk. Zevkten halay mı çeksek çifte telli mi oynasak derken en iyisi sevincimizi birisiyle paylaşalım dedik. Makedonları aramak biraz tuzlu olabilirdi biz de Kayseri'den Makedon büyük elçisi St. Ziza'yı arayıp ona dinlettik.

Ardından Conur beyle buluştuk. Sirkan bey ders notu alacakmış. Conur bey beni bir videodan tanıdığını söyledi. Nasıl yani hangi video diye öyle telaşlı bir tepki verdim ki, insanın aklına kötü kötü şeyler gelirdi. Halbuki tepkim "adım natalya gibi çıkmışım" olma ihtimalinden dolayıydı. Sonra toparladım tabi. Ya da ben öyle sandım.

24 Nisan 2009 Cuma

n'olcak şimdi

24 Nisan 2009 Cuma
Gitmeyi gerçekten istedim.
Ve az önce istifa ettim.
Önümüzdeki hafta son. Sonra özgürüm.

ne kadar sevmiştin onu değil mi?

...
Bir aşkın bitmesiyle bir aşkı kaybetmek arasında oldukça ince fakat ruhu kesecek kadar ince bir çizgi olduğunu fark etmiş miydin hiç? Bitmeyen bir aşkın ellerinden uçup gitmesine izin verirken ölmemiş bir canlıyı toprağa gömmek kadar huzursuz, azap dolu, pişmanlıkla dolacağını, kendinden nefret edeceğini düşünmüş müydün? Ya da evrenin görünmez ellerinin boğazını bırakmayacağını?
...
Hayatının değişmez bir parçası gibiydi değil mi? Tıpkı elin, kolun, kalbin, gözlerin gibi senin bir parçandı ve her ne olursa olsun bunun değişmeyeceğini düşünüyordun. Belki de bu yüzden kendine davrandığın kadar acımasız davrandın kimi zaman ona. Gözlerini ovuşturur gibi, kalbini acıtır gibi. Öyle ya, senin bir parçandı ve ruhundan kopup gidemezdi. Gitmezdi de belki, sen elini bırakmasaydın. O uğursuz ve silik görüntülerle hatırladığın an her şeyden bu kadar uzaklaşmasaydın.
...

(rodin alper bingöl)

vecihi

feci halde gitmek istiyorum

21 Nisan 2009 Salı

ineko

21 Nisan 2009 Salı
Eve gelir gelmez killerime sarıldım. Ortaya bu çıktı. İşte inek yaka iğnem;

acaba nedir, nedir

yaklaşık bir yıldır dört bir yana haber salıp aradığım "şey"e bugün tesadüf eseri kavuştum! :)
mucizesi daha sonra..

20 Nisan 2009 Pazartesi

dakka bir gol bir

20 Nisan 2009 Pazartesi
Ü: Ümit
FF: Fırıldak Ferit (Bizim şirkete epey borcu olan bir fasoncu)
N: Bendeniz

FF: Bir kalem verir misin?
Ü: Az ye de bir kalem al kendine ( Bendeniz bunu “az dön de…” olarak anlar nasıl olduysa)
FF (Bana dönerek): Duyuyorsunuz di mi az ye de bir kalem al kendine diyor, göbek almış başını gidiyor tabi.
N: Az dön de demedi mi?
FF: O ne demek?
N: Hani size Fırıldak Ferit diyorlar ya, o yüzden az dön de demedi mi?

Ü ve FF koparlar. FF biraz da mahçup. Meğer adamın arkasından Fırıldak diyorlarmış, adamın haberi yokmuş. Haftaya potla başladık. Hadi hayırlısı…

19 Nisan 2009 Pazar

evim güzel evim

19 Nisan 2009 Pazar
Aylardır evde tam bir gün geçirmeyişime inat, sabahın 8'inden beri ihtiyaç halleri dışında koltuktan kalkmadım. Kulağımda kulaklık, yakamda mikrofon; sabahten beri oku, kes, biç, tekrar oku, ordan kes, oraya yapıştır... Kısaca montaj diyorlar sanırım :)

Dışardan duyan olduysa deli demiştir, bu kız ne anlattı böyle bütün gün diye.

Vakfa gitmem gerekiyordu bugün, gitmedim. Kursu da ektim. Suçluluk yok değil ama evimi özlemişim.

Giyin, saçını-makyajını yap ve bir koltuk tepesinde bütün günü öldür (öldürmekse, en ölü günümüz böyle olsun).

Gözünü sevdiğimin miskinliği...

17 Nisan 2009 Cuma

kuşburnu

17 Nisan 2009 Cuma
Sabah kahvemi alırken kahve kavanozunun yanındaki kuşburnu kutusu dikkatimi çekti. Üstünde rosehip yazıyordu. Rosehip’in kuşburnu olduğunu biliyordum da rose-hip olarak ilk defa düşündüm. Yani “gülgötü”.

Küçükken köydeki eski ve yaşanamaz durumdaki evi ziyaretlerimizden bir tanesinde babam ağaçtaki meyveyi göstererek “aa köpekgötü” demişti. Annem de “kuşburnu canım o” diye düzeltmişti hemen. Babamlar köpekgötünü tüketmezlermiş. Değersiz ve hayvanlara verilen bir meyveymiş. O zamanlar –ve hala- bizim evden eksik olmaz zencefil ve tarçınla birlikte sık sık demlenirdi kuşburnu.

Neyse, şimdi bu gülgötü ve köpekgötüne gelelim. Belli ki atalarımız ve Anglosaksonların ataları aynı şeyden esinlenip isimlendirmişler bu meyveyi. Ya da bilemiyorum birbirinin tercümesidir. Araştırmalarıma göre Tekirdağ’ın dışında Bartın ve Denizli’de de köpekgötü diye anılıyormuş bu meyve. Ama yine de yerel bir isim olduğunu düşünebiliriz.


O yüzden daha çok rosehip kelimesinin nereden geldiğini merak ettim. Rosehip yani kuşburnunun yetiştiği ağaç, Rosa Canina imiş. Aynı zamanda Dog Rose yani köpek gülü olarak bilinirmiş. Buradaki resmi görünce babamların da ona köpek gülü dediğini hatırladım. Aynı sitedeki bir diğer bilgiye göre kuşburnu İngiltere’ye özgüymüş. Fakat bu bana biraz şüpheli gözüktü.

Kelimenin kökenine bakarsak, hip Anglosakson kelimesi olan “hiope”den –ki anlamını bulamadım-, dog rose da dagger (hançer) anlamına gelen dag’den gelmiş. Ben bakınca pek benzetemiyorum ama demek ki çiçeğini hançere benzetmişler diyebiliriz. Bu durumda bizim köpekgötü de muhtemelen kelimenin İngilizceye dönmüş halinin birebir tercümesinden geliyor.

Wikipedia’ya göre yabangülü, itburnu, itgülü, gülelması gibi adlarla da biliniyormuş.

Nerden çıktı sabah sabah bu etimologluk? Sabah duş alırken şampuanın üzerinde gördüğüm “ yeni dizayn” yazısı üzerine tasarladığım bir eylem mi yoksa bütün gece rüyamda sohbet ettiğim Oktay Sinanoğlu mu sebebi bilemiyorum…

Hazır bu kadar konuşmuşken hakkında, faydalarını da sıralayalım. Kuşburnu, C vitamini açısından dünyadaki bilinen en zengin meyve imiş. Bulaşıcı hastalıklara, soğuk algınlığına, yorgunluğa iyi gelir; idrar söktürücü, böbrek taşı düşürmede yardımcı olarak kullanılırmış.

16 Nisan 2009 Perşembe

16 Nisan 2009 Perşembe
Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hiyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

K. ATATÜRK
20 Ekim 1927

13 Nisan 2009 Pazartesi

kendime yolculuk

13 Nisan 2009 Pazartesi
TEGV’de önümüzdeki etkinlik döneminde vereceğim etkinlik belli oldu: Kendime yolculuk. 26 Nisan’dan itibaren 8 hafta boyunca Pazar günleri.

Bakalım çocuklar mı daha önce varacaklar kendilerine, Neşe ablaları mı.

ankara

Tahmin ettiğim üzere terslik çıktı Ankara’ya gidişte. Cumartesi sabahı Hasan Bey ile gidecektik, onun arabasıyla. Cuma gecesi saat 10’da aradı gidemiyoruz diye. Pes dedim, bu saatte mi haber verilir ben de ona göre ayarlardım işimi. Ama yılmadım. Hemen çantama iki pırtı tıkıştırıp 12 otobüsüne yetiştim. Martin de şaşırdı duruma, yahu biz Türkleri çarşaflı bilirdik meğer ne kadar özgürlermiş diye. Bir anda ben Ankara’ya gidiyorum hadi eyvallah diyen bir kız.

Sabah Ankara’da açtım gözümü, yani Ankara macerası planladığımdan erken başlamış oldu. Yolda kendimle ilgili çok önemli bir şey fark ettim. Benim şehirlerarası otobüs fobim var. Tren ya da uçağa gözüm kapalı binerim. Ama otobüs yolculukları beni acayip geriyor. O yüzden bindiğim anda uyuyorum. Arada es kaza gözümü açarsam yandaki arabayla birbirimize sürtüneceğiz sanıyorum. Yazın Antalya’da dönerken en öndeydim de 15 dk geçmemişti yerimi değiştirip ortalara aldırdım. Yoksa yol bitmezdi. Ama bunun bir fobi olabileceğini Cuma gecesi fark ettim.

Evcilik oynamaya gitmiş gibiydim gerçekten. Sanki şehirlerarası misafirlik değil de gün içinde pek çok kez gittiğim komşuya gitmiş gibi hissettim. İlk günün özeti kahvaltı, tango, Sardunya, Kızılay, Tunalı, kuğulu park, cafe des cafes ve dünyayı kurtarma planları (yakın zamanda hoş bir projeye dönüşecek), yemek, fasıl. Her birinin altı o kadar dolu ki yazamayacağım :)

Aynı yoğunluğu İstanbul’da yaşayınca gün sonunda yorgunluktan ölüyorsun. Ankara’da ise bünye gayet rahat kaldırıyor, tek kısıt zaman kalıyor. İstanbul bizi ciddi anlamda yoruyor ama mazoşist bir şekilde bağlıyız işte her şeye rağmen.

Gün sonunda Kaan Bey’i görme şerefine de eriştim ki benim için büyük bir mutluluktur. Üstelik hoş geldin bile dedi. Giderken de otobüs bileti bulamamam için dua etti. Sanırım bir sevgi göstergesiydi :)

İkinci gün paskalya yumurtalı brunch tadında kahvaltımızı müteakip buza gittik. Gözlerimizi kapatıp salındık buzun üstünde. Huzur vericiydi. Yuri gecesine kalacaktım ama sonradan otobüsten inip işe gitmenin pestilimi çıkaracağını düşünüp günü erken bitirdik. Uzun bir aradan sonra ilk defa gündüz yolculuğu yaptım. Zaman kaybıydı ama mecbur kaldım.
İyi ki üşengeçlik edip gitmemezlik yapmamışım. Azıcık soluklanmış oldum.

*Zeynep Hanım elime bir mektup tutuşturdu. Üstelik postane aracılığıyla gönderilmiş. Bir köşede benim adresim, bir köşede onun. Allah allah dedim benim yazıma da benzemiyor ne zaman göndermişim ki bunu. Meğer safçık kendi adresine yollamış bana yazdığı mektubu :) Allah akıl fikir versin :)

10 Nisan 2009 Cuma

ruhumda neş'e

10 Nisan 2009 Cuma
Ruhumda neş'e hayale daldım
Gel sevgili gel, bir ömre bedel
Gönül ister görmek seni
Aşkım şaheser

Sevişirdik gündüz gece
Tenhalarda biz gizlice
Başım göğsünde yatarken
Okşardın nice

Gel sevgili gel, bir ömre bedel
Gönül ister görmek seni
Aşkım şaheser

(Neveser Kökdeş)
uyku, biraz uykuu
bütün istediğim buydu

Dün akşam Erol Bey ile tiyaytrodaydık. Kontrabas. Kısacık bir oyundu. O kadar kısaydı ki, oyun bittiğinde alkışlamaya başlayan insanlar için peeh oyun ortasında alkış mı olurmuş dedim. Benim gibiler de azınlıkta değildi hani. Sonra baktım ki alkışlayan insanlar giderek artıyor, e ben de katıldım güruha. Selam melam. Bitiverdi oyun. Zaten başlangıcı da garipti. Seyirciler girerken sahneye çıktı, yatağa yattı oyuncu. Sonra kalktı kendi halinde sahnede dolandı, sandalyeye oturdu filan. Oyunun başlangıcı ışıkçıyla oldu. Değişikti tabi, ama sevmedim.

Oyun da çok iyiydi denemez. Tek kişilik oyun olmasının da etkisi vardır tabi. O bakımdan zor fakat başarılıydı. Hem kontrabasa çok farklı bir açıdan baktım, insanlaştırdım, belki biraz kendimleştirdim.

Hem dünün konusu(arada sırada düşünür-b.ortaçgil) için de biçilmiş kaftan niteliğindeydi oyun.

Ardından milongaya gittik. Vanessa'nın doğumgünü hasebiyle. Süreyya Hanım orada bekliyordu. Mekân hoştu. Bildiğim kadarıyla ilk defa bir milongaya ev sahipliği yapıyor. İlk defa gördüğüm de çok insan vardı ve çoğunun dansı çok iyiydi. Hele 70'ini geçmesine rağmen bir dakika oturmayan pantolon askılı amca muhteşemdi. Fiyonklu küçük hanımı olarak pek hoşlandım dansından :)

Metrobüs de uzadı artık, bahane yok. Daha fazla Anadolu yakası milongasına gidilecek.

Bu akşam tüm Türk misafirperverliğimizle Martin'i ağırlıyoruz.

Yarın sabah da Ankara'ya Zeynep ve Sardunya Hanımlarla evcilik oynamaya gidiyorum -hâlâ bir terslik olacakmış gibime geliyor ya, hayırlısı-

7 Nisan 2009 Salı

7 Nisan 2009 Salı
Değişen pencerem mi
Dünyam mı
Her ikisi de mi yoksa?
foto: weheartit

annemu

+Geçen gün canım sıkıldı, film izlemek istedim ama çalıştıramadım bi’ türlü şunu.
-Nasıl yaptın? Sen göster ben sana yanlış yaptığın yeri söyleyeyim.
+Tamam. Şimdiii, önce televizyonu kapatıyoruz.
-?!?! Nasıl yani? Nereye alacaksın görüntüyü :D
+Aaa bilmem ki. Açık mı kalacak televizyon? Tabi, açık kalacak di mi?
-E yani.
+Tamam sonra, uydunun kablosunu dvdye takıyoruz.
-Evet
+Sonra şuraya basıyoruz. Ama bak işte basıyorum basıyorum bi’ şey olmuyor.
-E fişini takmadın.
+Aaaa :D

6 Nisan 2009 Pazartesi

kim nerede

6 Nisan 2009 Pazartesi
Avea’dan bir mesaj geldi az önce. Kim nerede diye yeni bir servislerinin tanıtımı. Aile üyelerimiz ya da sevdiklerimiz tanımladığımız bölgelere girince sms ile bilgilendiriliyormuşuz. “Oğlunuz okula yetişti mi? Kızınız kurstan çıktı mı? Eşiniz ofisten çıktı mı?” diye gayet sevimli pazarlamışlar da hâliyle. Peki şimdi kişisel özgürlükler bu servisin neresinde kalıyor? Zaten avea’nın kapsama alanındaysam, beni aradıklarında pek ala nerede olduğumu söyleyebilirim. Bir de kanıta mı ihtiyacım var.

Hadi diyelim kişisel özgürlükleri hesaba katmadılar. Kıskanç eşlerin/sevgililerin, tutucu babaların, töreci ağabeylerin olduğu bir memlekette böyle bir şeyin nelere yol açabileceğini de mi düşünmediler? E onlar da kırsınlar kıçlarını otursunlar ya da mertçe söylesinler nerede olduklarını. Orası bizi hiiiç ilgilendirmez efendim. Kimse ne zaman nerede olduğuyla ilgili hesap vermek zorunda değildir. Ne eşe, ne sevgiliye, hatta belli bir yaştan sonra anne babaya bile…

Hayır, bana dokunan bir tarafı yok. Bilmesi gereken insanlar zaten her zaman bilir nerede olduğumu. Onun dışındakilere de yalan söyleme hakkım kendimde saklıdır efendim.

Asabi günümdeyim, dokunmayın bana. Ayrıca gözümden düştün avea.

utanç

Cumartesi günü belediye otobüsünde şoförün arkasında koltukta oturuyorum. Birden “tak tak” diye bir ses duydum. Ardından otobüsü işaret edip kahkaha atan 3 çocuk. Geçerken otobüse elleriyle vurdular sandım. Ergenlik çağındaki üç çocuk için pek karizmatik bir şey olabilirdi koca otobüsün dikkatini çekmek.

Ne yazık ki o kadar masum değilmiş. Yumurta ya da benzeri bir şeyi otobüsün ön camına atmışlar. Ön cam tamamen kapandı iğrenç bulamaçla. Şoför durup arkalarından bağrındı, hırsını alamadı peşlerinden koştu fakat yakalayamadı. En son oradaki tepkisiz esnafa dönüp devletin arabası bu niye bi’ şey söylemiyorsunuz dedi. Bindi tekrar otobüse. Camları temizledi ve devam ettik.

Cumartesi akşamından beri kendime gelemedim. O kadar üzdü ki beni bu olay. Basit bir yaramazlık diye değerlendirip geçebilirdim de fakat iliğime kemiğime işledi. Bunlar mı benim ülkemin geleceği? Kim bu çocukların anneleri, babaları, öğretmenleri? Neyi kime kanıtladı bu çocuklar akılları sıra? Acaba yarın bu olayı pişmanlıkla mı anacaklar yoksa pek çoğunun övünerek anlattığı gibi çocukken az yaramaz değildim diye mi? Sonra onların çocukları ne yapacaklar ki babalarından bir adım önde olsunlar?

Yaklaşık bi’ 15 sene önce… Dayımın oğlu 3-4 yaşlarında. Onlardayız. Sehpanın yanından geçerken üstündeki örtüyü yere düşürdü, kaldırıp yerine koydu. Oradaki başka misafir, oğlu da kendi gibi beş para etmez adamın teki, oğlum erkek adamsın sen, ne kaldırıyorsun dedi. Gürkan da örtüyü alıp tekrar yere attı. Dün gibi aklımda.

Geçen gün çay saatinde imalattaydım. İşçilerle çay içiyoruz. Bir tanesi okumak istemeyen adamı okutmayacaksın dedi. Öbürü de bence zorunlu eğitim diye bir şey olmamalı dedi. Üstelik 8 sene yaptılar bir de dedi bir diğeri.

Bir de 10 çocuklu komşumuz geliyor aklıma. Doğudan göçmüşler. E 10 çocuktan illa yaşıma uygun bi’ tanesi var, Emine. Benim kardeşim yok ya aklım almıyor 9 kardeşe sahip olmak nasıl bir şey. Hepsinin adını biliyor musun diye soruyorum. Parmaklarıyla saymaya başlıyor. Arada yok onu saymıştım filan diyerek sayıyor tüm kardeşlerini. Bir tanesi hapisteymiş. Gelip anneme anlatıyorum. E o kadar çocuğu zapt etmek kolay değildir tabi diyor. Az olsun ama hayırlı insan olsun diyor.

Çok dağıldım, bir sonuca bağlayamadım. Şimdi tam da seçim üzeri. Korkularım iyice tavan yapmışken üstüne bu olay. Güneydoğuda AKP’nin DTP’ye kaptırdığı illere üzülsem mi, sevinsem mi derken. Lanet okurken… Şimdi bu çocuk demeye dilimin varmadığı çocuklar yarın nerelerde olacaklar? Kendi çocuklarını nasıl yetiştirecekler? Yolun ortasına çöp atmak normal mi olacak onlar için? Ya da baştakilere sadece o günkü durumlarına göre mi iyi/kötü diyecekler? Günü kurtarmak mı olacak onlara göre de siyaset? Çobanla oyumun bir olması koymaz da bu veletlerle de bir mi olacak oyum?

O yumurtalar camda patlayınca Atatürk yerinde 15 takla atmıştır sandım. Sonra kendimden utandım. Türklüğümden değil ama onların Türklüğünden utandım. Eğer biz insanlık ortak paydasında birleşiyorsak, onları adam etmek adına bir şey yapamamamdan utandım. Ve korktum. Onların yanında azınlık olduğumuzdan. Hızla çoğaldıklarından. Dört bir yanımızı sardıklarından.

4 Nisan 2009 Cumartesi

nakavt

4 Nisan 2009 Cumartesi
havlu atmadım lakin nakavt oldum. aslında kendime haksızlık ediyorum. şah-mat demeliyim. gayet stratejik bir deneme idi zira :)
velhasılı yenildim. burun akıntısı da eklenince bahanem kalmadı. resmen hastayım. snif snif...

3 Nisan 2009 Cuma

soğuk savaş

3 Nisan 2009 Cuma
Söylemeyi unuttum. Deneysel çalışmam başarısızlıkla sonuçlanıyor sanırım. Yaklaşık 1 aydır kısa kollu tişört/ince penye şeklinde dolaşıp soğuğa alışmaya çalışıyorum. İlk başlarda titremekten vücudum kasılıyordu, artık onu atlattım. Hatta ben kazakla üşürken gömlekle terleyenler kazaklayken, ben tişörtle durabilir kıvama geldim (bu cümleyi anlayan varsa beri gelsin).
Fakat bir kaç gündür süregelen hapşırıklar an itibariyle boğaz ağrısını da kendine ortak etmeye başladı. Hala azimle kısa kollu tişörtle duruyorum. Ya zatüre olurum, ya onurcuk gibi soğuğa mukavim. Yenilgiyi kabul edebilirim ama pes etmeyeceğim :) heeyyt be yürü be neşe!
Telefonumun susmayacağını bilsem daha evvel yazardım iç karartıcı şeyleri yahu :)

Tahmin edersiniz ki hayatımda güzel şeyler de olmuyor değil. Ama üç haftadır bilgisayarsız oluşum hepsini yiyor. Üç haftadır adam gibi –değil, hiç- çalışamıyorum yüksek lisans adına. Öğrenmem gereken bir program var, Perl. Fikri olan varsa bir el atıversin. Zira vakti zamanında C dilini de hesap makinesi ve printf komutu hariç becerememiştim :)

Geçtiğimiz hafta, sonunda diplomamı aldım. Sonra kampüsün içindeki ziraat bankasında elimde üniversite diplomamla öss harcını yatırdım, herkes ales için sıra beklerken. Benimle birlikte bir çocuk da öss harcı yatıracaktı, 2. Sınıf olduğunu tahmin ettiğim. Birbirimize baktık, gülümsedik, sen de mi birader babında :) Ardından koştur koştur ayazağa ışık’a. Randevunuz yok, alamayız deseler de Allah’tan yanımızda Mert vardı da, eski mezunu olduğundan biraz torpil işledi. Hatta resmen hoş beş ettiler :) Öss’ye de gireceğim kısacası. Ne yapmak istediğimi bilmiyor olabilirim. Üds’ye girdim iki hafta önce de. Güzel geçmiş. Hatta 1 soru daha yapsam doktora için ekstra dil yeterlilik sınavına girmem gerekmeyecekti. Tabi odtü gibi güzide bir devlet üniversitemiz devletin yaptığı üds’yi kabul etmediği için elimiz mahkum toefl’a da gireceğiz galiba (bu duruma sinirlensem de itiraf etmeliyim ki ben olsam ben de üds’yi kabul etmezdim).

TEGV’de çok güzel insanlar tanıyorum. Bu haftasonu Ceren’den yöntem eğitimi aldık. İnanılmaz neşeli bir kız. Tavırları ve konuşması da aynı Zeynep. Bu yüzden daha bir kanım kaynadı kendisine.

Zeynep demişken, önümüzdeki haftasonu Ankara’ya gidiyorum. Tango pabuçlarımla :) Bakalım danslarına yansımış mı memleketlerinin soğukluğu.

Bir de polimer killeri tekrar mıncıklamaya başladım. Yakın zamanda umuyorum ki güzel şeylere vesile olacak.

1 Nisan 2009 Çarşamba

1 Nisan 2009 Çarşamba
Gel karşılıklı oturalım seninle şöyle. Üç haftadır sürekli TEGV’desin, bakalım işe yaramış mı öğrendiklerin. Biraz somutlaştırma oynayacağız. Biliyorsun ki çocuklara ancak böyle anlatabilirsin anlatmak istediklerini.

Canın yanıyor, biliyorum. Canını yakanın hafızandakiler olduğunu da. Keşke bu kadar kuvvetli olmasaydı… Hani bir film vardı eternal sunshine of the spotless mind. Biliyorum kuvvetli hafızana rağmen pek hatırlamazsın izlediğin filmleri ama en azından hafızalarını sildirdiklerini hatırlıyorsundur. Senin de ilacın bu ve ne yazık ki mümkün değil. O halde uyum sağlamayı öğrenmek zorundasın. Mesela 15 sene önce kırmızı oyuncak araban senin için çok kıymetliydi. Sahi nerede şimdi? Dolabın üstünde demek. Hmm, tozunu almayalı da uzun zaman oluyor öyle mi? Bu 15 sene önce senin en kıymetli varlığının o olduğu gerçeğini değiştiriyor mu? Hayır. Eveet, güzel gidiyoruz. Neden peki? Büyüyoruz, olgunlaşıyoruz, en önemlisi değişiyoruz. Ne demiş Darwin amca; ne en güçlü, ne de en akıllı, değişime en açık olanlar hayatta kalacak. Hayat devam ediyor, değil mi? O halde hayatındaki değişikliklere ayak uydurmak zorundasın. O kırmızı araba eskiden senin en kıymetli varlığın, en sevdiğin oyuncağınken şimdi baktığında iç geçirdiğin bir süs eşyası sadece. Yani tanımı değişti; oyuncak, süs eşyası oldu. Ama hâlâ o 15 sene öncenin en sevdiğin oyuncağı. Bu, gerçek ve sabit. Ama “15 sene öncenin” kısmını atlama lütfen. O yüzden geçmişi sorgulamaktan vazgeç. Yoksa o en sevdiğim değil miydi diye düşünmen de mânâsız. Hayır, yalan değildi. Sadece değiştin, pek tabii ki. Artık oyuncağa en değerli demek için biraz büyüksün. Şimdi en değerli kitabın var mesela. Ne bileyim, en sevdiğin bardağın. Hiçbiri onun yerini almadı, kaldı ki alabilirdi. Söz gelimi ondan önce başka bir en sevdiğin oyuncağın vardı. O geldi, artık o oldu en sevdiğin oyuncak.

Lafı daha fazla uzatıp kafanı karıştırdığım için kabullenmeni istemiyorum söylediklerimi. Anladığın için kabullen. Sen özetleri seversin, şöyle söyleyeyim; kabullenmen gereken tek şey, bir varlığın tanımının ya da değerinin değişebileceği. Hadi yapma, korkunç bir şey değil bu. Hâlâ, onunla oynarken aldığın keyif sende, yanına kâr.
 
naeknhu © 2008. Design by Pocket