10 Ağustos 2009 Pazartesi

elli dokuz

10 Ağustos 2009 Pazartesi
Cumartesi sabah yola düştük Oli Bey ile. Yol üstündeki kazalar nedeniyle 7 olarak planladığımız çıkış saati 7:40 oldu. 1,5-2 saat sonra ilk durağımız olan Sapanca’ya vardık. Gölün hemen kenarında Gölevi adlı restorana gittik kahvaltı yapmak üzere.

Bahçesinde hamaklar olan, yeşillik bir yer. Böcek sesleri eşliğinde, batıp çıkan ördekleriyle, üzerinde kanolarla gölü izlerken kahvaltımızı yaptık. Ben de adamakıllı kahvaltılıklar yemeye başladım artık. Yine zeytinyağı, kekik, pul biber özel isteğinde bulunsak da… Kahvaltının ardından hamaklara uzanıp ağaçların hışırtısını dinledik.

Biraz fotoğraf çektikten sonra gölün üstüne doğru çıkmada olan bankta Türk kahvelerimizi içtik.

Ortam çok huzur vericiydi ve bıraksalar daha uzun süre kalırdık ama yapılacakları düşününce fazla oyalanmadan yola düştük tekrar. Bu sefer Safranbolu’ya. Arabaya binmemizle yağmurun başlaması bir oldu. Yolda elimizdeki kitap ve dergilerden Safranbolu’yu okuyarak gittik. Hıdırlık Tepesi, Tarihi Cinci Hamamı, Cinci Han, kent tarihi müzesi olan eski hükümet konağı, saat kulesi ve Bulak mağarası görülecek yerlerdi. Önce Hıdırlık Tepesi’ne çıktık.

Hıdırlık Tepesi pek çok yerde var. Hızır peygamberden alıyor adını. Rivayete göre Hızır aleyhisselam kendini Allah’a daha yakın hissetmek için yükseklere çıkarmış. Bu nedenle de Osmanlı’nın hakim olduğu pek çok şehirde en yüksek noktaya Hıdırlık Tepesi denmiş. Bu Beypazarı’na gittiğimde öğrendiğim bir şeydi. Orada da bir Hıdırlık Tepesi vardı. Safranbolu pek çok açıdan Beypazarı’na benziyor. Sokakları, evler, yaprak sarması, baklavası, aktarları…

Hıdırlık Tepesi’nde safran çayımızı içerken şehre bakıp takribi bir güzergâh belirledik.

Önce safran lokumlarımızı yiyerek çarşıyı gezdik.

Atlas dergisinde de okuduğumuz semer ustası Mustafa Kemal Ağyaroğlu’nun atölyesi vardı çarşının sonunda. Onunla sohbet ettik 10-15 dakika.

Memleketin halinden yakındı yılların yüküyle iki büklüm otururken. Ardından antikacıya gidip bi’ süre de onunla sohbet ettik. En çok şaşırdığımız da fosilleşmiş deniz kestanesi oldu köylülerin Safranbolu civarında buldukları. Demek eskiden deniz o kadar içlere kadar uzanıyormuş. Safranbolu gerçekten tarih yatan bir yermiş. Öyle ki toprağın 1 metreden fazla kazılmasına izin verilmiyormuş.Cinci hamamında kese attıracak zamanımız olmadığı için şöyle bir önünden geçmekle yetindik. Ardından yöresel yemekleri tatmak üzere bugün restoran ve otel olarak kullanılan Cinci Han’a gittik. Girişte ilk dikkatimizi çeken şey sağ tarafta dua, sol tarafta ise beddua asılı olmasıydı. Beddua günün birinde Cinci Han’ın orijinal yapısının bozulma ihtimaline karşı II. Bayezid döneminde yazılmış.

Tirit, peruhi, cevizli yayım ve ev baklavası yedik. Tirit Bursa’nın pideli köftesinin köfte yerine kıyma kullanılmışını andırıyordu. Cevizli yayım bildiğimiz erişte. Peruhi içinse çok daha çılgın fikirlerim var. Polonya’nın yöresel yemeği pierogi ile akrabalıkları olduğunu düşünüyorum. Peruhinin üzerinde yoğurtla servis edilmesi dışında tamamen aynılar. İçinde kıyma yerine süzme yoğurt ya da peynir olan üçgen kapatılmış mantı.

Karnımızı doyurup çayımızı da içtikten sonra Hükümet Konağı’na geçtik. Giriş katında Safranbolu’nun gündelik hayatına dair fotoğraflar üst kattaysa Roma ve Osmanlı dönemlerine ait eşyalar vardı. Müzenin dışına çıkılarak geçilen alt kattaysa Safranbolu’daki zanaatlere dair heykeller ve dükkanlar vardı. Kunduracı, şekerci, semerci, derici, eczacı…

Müze giriş biletiyle müzenin hemen arkasındaki saat kulesi de gezilebiliyordu.

Saat kulesinin merdivenlerini tırmandığımızda karşılaştığımız İsmail amca kulenin 20 dk önce kapandığını söyledi ama yine de bizi geri çevirmedi ve karşısına oturtup çocuğu gibi sahiplendiği saat kulesini anlatmaya başladı.

Saat Kulesi, III. Selim zamanında Safranbolu’lu sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından Safranbolu’da her evde her cepte bir saat olacak vaadiyle yaptırılmış. Bu nedenle Safranbolu’nun yazlık ve kışlık olarak kullanılan iki ayrı bölgesinden de duyulması için ikisinin orta yerindeki tepede inşa edilmiş. Şansımıza biz ordayken saat 7’yi gösterdi ve çanın çalmasını görebildik.

Hava alacakaranlığa dönmeye başladığında geriye Bulak mağarası kalmıştı bir tek. Şansımızın az olduğunu bildiğimiz halde Safranbolu’ya yaklaşık 8 km uzaklıkta bulunan mağaraya doğru yola koyulduk. Giderken çok eğlenceli bir şey oldu. Öndeki arabanın arkasındaki balıkadam çıkartmasını fark eden Oli Bey bana gösterdi. Bunun üzerine ben “aa üzerinde bi’ şeyler yazıyor galiba onlar da BSS’den” dedim. Yine pek dikkatli Oli Beyimiz “bak sağ üstte kulübün çıkartması var zaten” dedi. Ben heyecanla nasıl selam versek diye düşünürken Oli Bey torpidoda BSS çıkartması olduğunu söyledi. Hemen aldım, o sırada onları sollamaya çıktık ve tam yanlarındayken ben cama yapışmış vaziyette çıkartmayı onlara gösterirken Oli Bey kornaya dokunmak suretiyle dikkatlerini çekti :) Sonra iki arabayı da bir neş’e sardı. Neden o kadar heyecan yaptık, neden öylesine mutlu olduk bilmiyorum ama yarım saat buna kopma derecesinde güldük :) En son arkamızdan ayrılacakları zaman kornaya basarak ve ailece el sallayarak bize veda ettiler.

Bulak mağarasına geldiğimizde saat yedi buçuğa geliyordu. Görevli ziyaret saatinin dolduğunu, mağaranın 7’de kapandığını söyledi. Kedi gibi bakınca yolunuz uzak mı diye sordu. Uzak olduğunu söyleyince dayanamayıp hadi çıkın o zaman dedi. Depar atarak tırmandık merdivenleri ve 400 metre uzunluğundaki mağarayı gezdik. Çıktığımızda kulak misafiri olduğumuz kadarıyla mağaranın bronşit, astım türü hastalıklara karşı iyi geldiği rivayet ediliyordu.

Her şeyi kıyısından köşesinden yakalayarak da olsa Safranbolu gezimizi tamamladık. Aklımızda güneşin batışını Amasra’da izlemek vardı fakat ne yazık ki yetişemedik. Yaklaşık 90 km uzaklıktaki Amasra’ya gitmeye başladığımızda hava artık kararmıştı. Amasra’ya yaklaşırken iki tarafı sıra sıra ağaçlarla kaplı dar bir yoldan geçtik. Çok güzeldi.

Amasra’ya vardığımızda öncelikle çadırı kuracağımız yeri kararladık. Sahile çıkar çıkmaz plaja kurulmuş çadırları gördüğümüzden çok zor olmadı kamp yeri ayarlama işi. Sahilde yürümeye başladığımızda biraz hayal kırıklığına uğradım. Her yer ışıl ışıldı ve her yerden cıstak müzikler yükseliyordu. Zaten ay neredeyse dolunay olduğu için akanyıldızları görmek çok kolay olmayacaktı, üstüne bir de hiç ummadığım kadar ışık kirliliği de olunca büyük ayıyı bile zor görür olduk. Çok geçmeden de bulutlar gökyüzünü kapladı. Kuru kalabalık ve bol gürültüden uzaklaşmak için dalgakıranın ucuna doğru yürüdük. Orada bir süre oturduktan sonra daha geç olmadan çadırımızı kurmak üzere kamp yerine gittik. Hızlıca çadırımızı kurduk ve iyice çökmüş olan yorgunlukla da sütümü bile içemeden uyuduk.

Sabah çadır konaklamanın kaçınılmaz sonucu olan sauna etkisiyle yedi buçukta gözlerimizi açıp sadece 10 metre ilerisinde olduğumuz denize attık kendimizi. Vücut ısımız normale döndükten sonra sabah kahvemizi içmek üzere çadırımıza döndük.

Sürekli sönen jel yakıtla takribi yarım saatte hazırlamış olsak da kahve keyfimizden feragat etmedik.Yine hızlıca çadırımızı toplayıp Bakacak'a çıktık kahvaltı yapmak üzere.

Amasra'yı yukardan gördüğümüz çay bahçesinde kahvaltımızı yapıp Amasra'nın tarihini ve gezilecek yerlerini okuduk. Öncelikle özellikle Roma döneminden çok fazla kalıntıların bulunduğu müzeyi gezdik.

Ardından çarşıyı. Amasra'da ahşap oymacılığı çok yaygın. Bir iki hatıra aldıktan sonra, Kemere köprüsüyle Amasra'ya bağlanan Boztepe'ye çıktık. Yine kuşbakışı Amasra'yı gördüğümüz bir yerde kayalıklar kızı olarak biraz soluklanmayı teklif ettim. Sağolsun kırmadı Oli Bey ve bir kayanın ucuna -ayaklarımızı sarkıtmaksızın :)- tünedik.


Tekrar merkeze dönerek Oli Bey'in bir türlü ağzından düşürmediği Amasra salatasını levrek eşliğinde yedik Mustafa Amca'nın Yeri'nde.

Sırada gezimizin son noktası olan Abant vardı. Amasra'nın hemen çıkışındaki kuş kayası yol anıtına da tırmandıktan sonra Abant'a geçtik.

Abant muhteşemdi. Göz alabildiğine yeşillik. Pazar günü ve saatin de sekiz civarı olmasının etkisiyle pek kimsecikler kalmamıştı. Muhteşem yeşillik sakinlikle de birleşince gezinin en güzel anlarını burada geçirdik.

Tahta köprümsünün üzerinde yürüdük, gölün etrafında at bindik, dört nala koştuk, gemler elimizde olduğu halde okşayarak durdurduk :)


Ve ne yazık ki iş gününe bir iki saat kala bir hafta sonu gezisini daha noktalamak zorunda kaldık. Cemil'in Yeri'nde bir şeyler yedikten sonra İstanbul'a dönüş yoluna geçtik.

Oli Bey günlerdir uykusuz olduğu için hepten bitkin düşmüştü. Trafik canavarına dönüşmemek için park alanında bir saat kadar uyku molası verip sırf uyumamak adına mütemadiyen konuşarak ve saçmalayarak yolculuğumuzu tamamladık.

Bizim evin otoparkına geldiğimizde göstergedeki görüntü şuydu:

5 yorum:

Onur ŞATIR dedi ki...

Gıcıksınız, sinirsiniz ve ayrıca sevmesem sizi küfür bile edebilirdim:PPP

neş'e dedi ki...

Tam olarak beklediğim tepki :)

kağan dedi ki...

hepsi iyi güzel de.. bu başlık ne alaka?

neş'e dedi ki...

o daha sonra güzel bir masal olarak ele alınacak. çok daha sonra... :)

Witchie of Stars dedi ki...

Vakitsizlikten veya sabırsızlıktan değil, kesinlikle ve sadece kıskançlığımdan okuyamadım. Günlerce "başka bi zaman" okumak üzere erteledim, dayanamadım okumaya başladım ama çatlamak üzereyken yine erteledim derken bugün kesin kararlıydım okumaya ama yine olmadı. İnat edersem okumaya, sonunda çatlıycam orta yerimden! Tüm bu yaptıklarınızı esefle kınıyor, kıskançlıktan çatlıyor, ve bu yazıyı sonuna kadar okumayı REDDEDİYORUM! hıh!

 
naeknhu © 2008. Design by Pocket