29 Aralık 2008 Pazartesi
fallar ve 2009
insanın bir sene sonra ne yapacağını, nerede olacağını hayal bile edememesi ne gariptir yahu. ne dense mümkündür diyorsun, hiçbir hayalin mantık süzgecine takılmıyor. ilk defa yeni bir yılın neler getireceğini tahmin edemiyorum ama 2009'un hayatımda önemli bir yıl olacağını kestirebiliyorum yine de. heyecanlandırmıyor olsa da merak ediyorum neler getireceğini, neler götüreceğini..
zen
25 Aralık 2008 Perşembe
her şey sevgiyle başlar
"bir kişi bulur
ikincisi tohum eker
sonra yeşillenir çiçekler
hadi gel, senin zamanın artık
yürüsene benimle..."
(bülent ortaçgil)
24 Aralık 2008 Çarşamba
22 Aralık 2008 Pazartesi
sıradan
-Müsaitim müsaitim, sen?
+?!?!
Seramik fevkalade keyifli gidiyor. Ortaya çok güzel şeyler çıkıyor. Ve ben o kadar çok şey yapmak istiyorum ki… Çoğunda istemekle kalıyorum gün 24 saat, hafta 7 gün olduğundan.
Güzel kararlar aldım. Güzel bir yol çizdim. Tabii o kadar çok harici etken var ki, bunda da istemekle kalabilirim. Ama olsun, denemeye değer. 6 yılımı heba etme pahasına da olsa…
Volkan geldi bile. Onu burada kötü sürprizler bekliyordu. O yüzden görüşmemiz biraz gecikti. Yorumlarıyla öldürdü beni sırtımda kocaman sırt çantasını görünce. Ama içindekileri görünce bir kez daha saygı duydu :) Keşke gerçekten Volkan’ın gözünde olduğum gibi bir insan olabilsem…
Dün metrobüste bir şey oldu. Sıradan... Ama o kadar güzel hikâyeler yazdım ki kafamda bu sıradandan. Gerçekleşmedi. Güldüm geçtim.
Ülkü hanıma sürpriz doğum günü yaptık dün gece. Aslında Salı günü doğum günü. Kapıyı pastayla açınca “Ama bugün değil ki” dedi gayet donuk. Meğer altında başka neden varmış. Şoktaymış yavrucak. Sağlıklı ve mutlu bir ömrü olsun. Dün gece o kadar güldürdü ki bizi, boğazım ve yanaklarım hâlâ acıyor. O da hep gülsün.
Yılbaşı tebrik kartlarımı yarın postalıyorum, hala bundan çok mutluluk duyduğunu bildim 2-3 kişiye.
19 Aralık 2008 Cuma
hey man
allahım sen aklıma mukayyet ol
İki dk önce giren sifonu çekmiş olmasına rağmen girer girmez tekrar çekenleri,
Sofrayı toplarken musluğu -sonuna kadar- açık bırakanları,
Aldıkları her şeyi ayrı poşete koyanları,
Biraz daha kalın giyinmek ya da camı açmak yerine hemen klimaya saldıranları,
Kısacık mesafelerde bile zorunluluk olmadığı halde özel arabasını kullananları,
Bir şeyler anlatırken hiç gerek olmamasına rağmen illa kağıt kullananları, hatta her madde için ayrı kağıt harcayanları
anlamıyorum. Anlamak da istemiyorum. Hatta onların benim dünyamda yaşamalarını da! Bencillik mi? Evet, ama benimki değil, onlarınki. Nasıl oluyor da idrak edemiyorlar bu evrenin sahibi olmadığımızı, sadece içerisinde küçücük bir nokta olduğumuzu ve ona uyum sağlayarak yaşamak zorunda olduğumuzu. Onu bize uymaya zorlayarak değil. Hayır, eğitimle filan da alakası yok. Eğer çaycı teyze bunlara dikkat ediyor ve fakat o çok kültürlü ve bilgili müdür bey hiç umursamıyor, “aman ne olacak” diyorsa.. Yanlış nerede? Kendini her şeyin merkezinde sanarak yetişen/yetiştirilen bireyde belki de.
Geçen gün belediyeyi aradım çöpleri ayırmakla ilgili. Çünkü çöplerin dairede ayrılıp kapının önünde aynı kutuya girmesi insanın canını yakıyor. Orda aynı kutuya girmezse kamyonda birleşecekler dedi telefondaki ses. Türkiye henüz buna hazır değil.
Ne acı.. Ne bileyim -en yüzeyselinden- ne hakkımız var kutup ayılarını evlerinden etmeye?
Bir tek benim mi içim acıyor yapıları hiç uygun olmadığı halde asfaltta yürüyen horozlar, köpekler görünce?
Boşver.
*kartuşun bittiğini farketmeyip aldığım yarısı silik çıktıyı tekrar çıkartacak zorunda olmanın vicdan azabı içerisindeyken tuvallete gidip gördüklerimden sonraki sinir harbiyle yazılmıştır. Ben üç sayfanın hesabını yaparken..
hediye
Bir de kendime çok beğenerek aldığım bir şeyi hediye paketi yaptırmayı.. Sonra büyük bir keyifle açmayı..
Bir de tomurcuk veren çiçeklerimi.. Hediye misali onlar da. Ne zaman geleceği pek belli olmuyor.
Şimdiye kadar gül yetiştirmeyi hiç becerememişken, doğum günü hediyesi gülüm 3 tomurcuk verdi. Kuruyacak diye beklerken..
11 kitaplık siparişim yolda.. Bugün, yarın gelir.
Evde açılmayı bekleyen hediye paketim de var :) Kıpkırmızı...
Başka bir nedene gerek var mı mutluluk için?
18 Aralık 2008 Perşembe
fizyoterapist
Ne işin var elektrikle içeri mi düştün diyenlere, pazartesiden beri fizik tedavi görüyorum. 15 gün sürecek. Yaptıkları işkenceler elektrikle sınırlı değil üstelik. Darağacında da sallandırıyorlar. Allahtan şimdilik altımdan sandalyeyi çeken yok.
İşin kötüsü başladığımdan beri daha önce olmayan ağrılarım çıktı piyasaya. Bakalım, gidecek mi fıtık kardeşçikler..
17 Aralık 2008 Çarşamba
har
(murat uyurkulak)
15 Aralık 2008 Pazartesi
14 Aralık 2008 Pazar
ayrıntılar
görmek istediğim yerlerden bir tanesi daha eksildi; beypazarı. ama liste o kadar uzun ki, ömrüm vefa eder mi bilmem. beypazarı'na gidince tarhana çorbası içmeden, beypazarı güveci, yaprak sarma ve 80 katlı baklava yemeden dönmeyin diye okumuştum hep. hepsi güzel de, höşmelim diye bir tatlısı var ki, insan resmen kendinden geçiyor yerken. alırken özellikle uyarıyorlar içinde peynir yok, farklı bir tatlı diye. öyle, şerbetli un helvası gibi bir şey. haksızlık ediyorum ama bu tanımla. herşey bir yana sırf höşmelim için ayda bir gidilir.
zeynep ve sevinç hanımlar pek güzel ev sahipliği yaptılar, canlar. ankara'da görmediğimiz yer kalmadı desek yeri. anıtkabir, eski meclis, ulus, ankara kalesi, rahmi koç müzesi, tandoğan, kızılay, atatürk orman çiftliği, akçabayır... eller ve ayaklar soğuktan uyuşmuş vaziyette fakat yine de çok keyifli ve dolu dolu bir üç gündü. tek eksiğim sardunyacık oldu. olsun, başka bahara..
sahi, caner'i ankara'ya askere yolladık dün akşam. yemin töreni hafta sonu olabilen bir şeyse üç hafta sonra yine gidebilirim ankara'ya. sırf tren yolculuğu için bile değer zira..
13 Aralık 2008 Cumartesi
7 Aralık 2008 Pazar
fırın
Çok uzun zaman olmadı hayatıma gireli ama fark ettim ki en büyük huzur kaynağım kendisi. Karşısında oturup onu izlemek öylesine mutlandırıyor ki. Bir de sağı solu asla belli olmuyor. Sürprizlerle dolu. Heyecanlı. Mesela özene bezene hazırladığın kek kabarmayabilir, ya da boyalar beklediğinden çok farklı renkte çıkabilir, çatlayabilir. Ama olsun...
Zaten her şey bir yana onunla buluşana kadar yaptığın hazırlıklar yeterince huzur verici. Mesela boyayla birlikte sıkıntılarını da bırakıyorsun fırçanın ucundan tabağa. Keki çırparken ruhunu da çırpıyorsun. Ters yüz ediyorsun kederini neşeyle. Ya da kili yoğururken sıkıntıların ona yapışıyor. Kimi zaman lime lime ediyorsun bıçağınla kimi zaman iyice eziyorsun merdanenle. Sonra da güzelliklere dönüştürüyorsun parmaklarının ucunda.
Bir şeyler çıkarmak ortaya, o kadar keyifli ki. Ve etrafındakileri mutlu etmek o minicik şeylerle. Bazen bir kurabiye, bazen bir kitap ayracı, bazen bir duvar tabağı... Ama her zaman sıcacık bir gülümseme!
5 Aralık 2008 Cuma
bütün ayrılıklardan arta kalmış
ayrılık usulca büyür içimde
sonra usulca uzaklaşır
aramızda ne yer var, ne de zaman
ne başka bir yüz, ne başka insan
ayrılık saksıdaki çiçeklerimiz gibi büyür
sessiz ve nedensizce durmadan
(ezginin günlüğü)
2 Aralık 2008 Salı
gemi
ah, yakarlar seni, dönmezsin bir daha geri, delisin
ah, deniz olayım, tuzumu rüzgârda savurayım, deliyim
ah, ne yelken ne yel, köpüklerde kaybolayım, deliyim
kime sorsam dönüşüm yok
nereye gitsem mavi
yelkenimde deli rüzgâr
her yanım tuz, deliyim
ah, peşimde rüzgâr, ne yağmurlar dost ne bir kıyı var, deliyim
ah, düşlerim kaldı, yalnızım düşlerim kaldı, deliyim
ah, yaralı kalbin, sönüp gidecek yaralı kalbin, delisin
ah, küçücük gemi, dönmezsin bir daha geri, delisin
kime sorsam dönüşüm yok
her gemi biraz deniz
her yanım mavi, her yanım yel
her yanım tuz
1 Aralık 2008 Pazartesi
için için yanıyor, yanıyor bu gönlüm
sobe!
1.Blog yazmaya ne zaman başladın?
5 Ocak 2008’de bitirme tezimi hazırlamaya çalışırken. Hani hep ihmal ettiğin şeyleri dersten kaçmak için kullanırsın ya. Örneğin ben tanburu sadece ertesi gün sınavım varsa çalıştım. Ondan beceremedim belki müziği. Neyse, sorumuza dönelim; dersten kaçma bahanem bu defa Özgür’de görüp beğendiğim blog oldu :)
2.Blog yazısı konularının belli bir çizgide olmasına özen gösteriyor musun?
Hayatım boyunca hatıralara düşkün bir kişiydim. Anı biriktirici.. Ama güzel cümleler kurmayı beceremediğim için çok nadiren yazdım. Genelde selpak paketleri, tren biletleri, mumlar vs biriktirdim. Ne zaman görsem o nesneyi, o gün tamamen canlandı gözümde. Bu blogun da amacı bu. Evim çöp eve dönmesin diye artık nesne biriktirmekten vazgeçtim(büyük oranda). Notlarımı buraya düşüyorum. Okuyucu sayım da bir elin parmaklarını geçmediğine göre belli bir çizgide olmasına özen göstermeme gerek olmadığını düşünüyorum. Toplumsal bir görev üstlenmiş değilim zira bu blogla. Not defteri niyetine..
3.Blog yazmayı ne kadar sürdüreceksin?
Maymun iştahlıyımdır. Anı biriktirmekten vazgeçmem belki ama anı kumbaram form değiştirecektir muhtemelen. Dolayısıyla bu blogun ömürlük olacağını düşünmüyorum.
4.Blog yazmak senin için eğlenceli bir uğraşken, şimdi artan bekleyiş yüzünden senin için bir zorunluluk haline geldi mi ?
Sardunya’ya artık daha mı fazla yazmam gerekiyor dediğimde, eğer öyle olsaydı gazetede birer köşe kapardık, burası keyif işi demişti. Öyle sahiden…
5.Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor musun ?
Edemediğim için istediğim kadar sık yazamıyorum. Belki bir gün bilgisayar konusunda iradeli bir insan olursam diğer şeylerden feragat etmeden istediğim kadar sık güncelleyebilirim. Ama bilgisayarı açmam demek en az 3 saati onunla geçirmem demek olduğundan yazacaklarımı erteliyor, sonra da unutuyorum. Neticede bazı şeylerden feragat etmemek için blogdan ediyorum :)
6- Bloga yazılan yazıları ve yorumları en fazla yazarının okuması gerçeği hakkındaki fikirlerin nedir?
Dediğim gibi anı kumbaram bu blog, açıp açıp saymayacaksam içindekileri neden biriktiriyorum :) Ama takip ettiğim bir iki blog var ki, eminim yazarından çok daha fazla okumuşumdur yazıları. Yazarına ve yazdıklarına onların kendilerine verdiğinden daha fazla değer veriyorsanız bu gerçeği değiştiriyor olabilirsiniz yani :)
Mızıkçılık yapıp “o ne be” diyeceğini bildiğim halde “Özgüürrr sobeee” diyorum. Hadi koçum, utandır beni :)
30 Kasım 2008 Pazar
sevdikçe
gece hükümranlığa aday
üstümüz başımız pul olmuş canım
deli rüzgar kimin umrunda
sevdikçe daha da güzelsin
dalgalar yosun saçlarında
bırak deniz üstümüze gelsin
yıkanırız sarhoşluğunda
masum görünen mesafeler
azalır bu aşkın etkisi
dudağına yapışan sözler canım
sevişmelerin habercisi
sevdikçe daha da güzelsin
yıldızlar yanar gözlerinde
aşk için şarkılar söylensin
tutuşalım namelerinde
sevdikçe daha güzelsin
sevildikçe en güzel
söyle birtanem söyle
bizim şarkımız mutlu biter
gökte öyle çok yıldız var ki
uykuya çağırır gözleri
hayal kurmanın zamanıdır canım
sessizliğe yum sözlerini
sevdikçe daha da güzelsin
dalgalar yosun saçlarında
bırak deniz üstümüze gelsin
yıkanırız sarhoşluğunda
doktor
27 Kasım 2008 Perşembe
24 Kasım 2008 Pazartesi
heyecanlı
ıssız adam
İnanıyorum, bir gün izleyeceğim bu filmi. Zaten peçete almayı unutmuştum yanıma :)
23 Kasım 2008 Pazar
kahvaltı neşesi
21 Kasım 2008 Cuma
zilli
20 Kasım 2008 Perşembe
19 Kasım 2008 Çarşamba
rüya tabirleri
Yerde küçük bir demet -5-6 sap- karanfil buluyorum ama hepsi tomurcuk(1). Hiçbiri açmamış. Sonra onu alıp çiçekçi aramaya koyuluyorum(2). Bir tane görüyorum kalabalığın ortasında büyükçe bir tezgâhı olan çingene amca. Ona gidiyorum bu 5-6 sapı veriyorum. “Bunlar senin olsun başka bir demet alacağız biz” diyorum. İlkokul öğretmenimiz Aynur öğretmene(3). Adam ayva dilimleri koyuyor demetin içine. “Yok” diyorum “sadece çiçek koy, çiçekler daha güzel gözüküyor”. Sonra avokado koymaya kalkıyor(4). Bu sefer de “avokado hem pahalı hem güzel gözükmüyor” diyorum. Adam “gelsene biraz” deyip arka taraftaki çadırın arkasına götürüyor beni. “Ben kendim üretiyorum bunu. İthal etmeye gerek yok ki her şeyi. Biraz tohum çalışması yaptım bir de uygun ortam hazırladım tamam. Hem de çok ucuza satabiliyorum böylece” diyor(5). “Hmm” diye geçiriyorum içimden “benim eksiğim burada galiba”
Şimdi gelelim bu rüyanın nerden çıktığına;
(1) Kalyonlu tabak bittikten sonra karanfilli bir pano hazırlamayı düşünüyorum ve bu aralar düzgün bir karanfil motifi arıyorum
(2) Bu sabah çiçekleri sulamak için saatimi 15 dk erkene kurmuştum.
(3) Pazar günü Aynur öğretmenle görüşeceğiz. Üstelik çoğu ilkokul arkadaşıma da haber saldım. Ben zaten onunla bağımı hiç koparmadım da, bu seferki kalabalık onu epey mutlu edecek.
(4) Dün bize gelen komşu anneme haftada iki kere avokado yemenin bilmem neye iyi geleceğini söylüyordu. Sanırım kansızlığa.
(5) Son zamanlarda okuduğum kitaplar, hayat hikayeleri ve izlediğim filmlerin de etkisiyle ülkemin son 60-70 yıldaki durumuna fena halde üzülüyorum. Endüstrileşmenin sürekli baltalanmasıyla ne kadar dışa bağımlı bir toplum haline geldiğimizin altı çiziliyor hepsinde.
Bir bilinçaltı kendini geceleri ancak bu kadar güzel açığa çıkarır :)
18 Kasım 2008 Salı
kaç
İstifamsı şeylere hazırlanıyorum. Belki bölüm değişikliği..
Üzerimdeki şu boşvermişlikten, aman ne olacaktan kurtulamadım hala. Cumartesi günü altından E-6 geçen insansız bir yerde yanıma yanaşan siyah jipin içine binmeye cesaret edebilecek kadar üstelik. Binince gördüm ki yaşlıca bir hanım teyzeymiş kullanan, o ayrı.
14 Kasım 2008 Cuma
ben yaptım
kırılma
12 Kasım 2008 Çarşamba
kabus
uyku
Hep uyusam..
10 Kasım 2008 Pazartesi
Aman teslim olmayın!
tamamı...
9 Kasım 2008 Pazar
dikkaayt*
Asıl kayıt altına almak istediğim şey dikkatsizlikteki son noktam. Mantıları tencerenin içine tek tek atarken Özgür aradı bir şey lazım mı diye. Kapattıktan sonra telefonu çaprazdaki ocağa doğru koydum. Üzerinde yemek pişen ocağa, tencerenin altına doğru, alevin hemen dibine. Allahtan mutfakta yalnız değildim de hemen farkettik aptallığımı.
Bir de Cansu ile buluştuk bugün. Kahve içerken masamıza gökten peçete düştü. Üstelik kullanılmış. Rezil bir şeydi. Hmm, İstiklal caddesinde yürürken tramvaydan yüzüme tüküren velet kadar iğrenç miydi, karar veremedim.
*lisedeki beden eğitimi öğretmeni osman hoca tavrıyla
8 Kasım 2008 Cumartesi
pırtilingo
Başladığım her şey gibi etrafımdakilere oranla çok iyiydim başlangıç için. Haliyle korkuttu bu beni. Çünkü daha önce iyi başladığım nice şeyde sonu hep hüsran oldu. Umarım bu sefer hevesimi ve heyecanımı kaybetmem.
Vücudum bana garip oyunlar oynamaya başladı. Sürekli bir yerlerim seyiriyor; boynum, sırtım, karnım, kolum vs. Özellikle sol bacağım kaskatı olup kalıyor. Kalıyor derken yürümemi ya da hareket ettirmemi engellemiyor ama bir hafta boyunca ordaki kasın taş gibi sertleştiğini hissettim. Bir de aşırı unutkanlık... İş yerinde aşağıdan yukarı çıkana kadar yapacaklarımı unutuyorum. Öyle böyle değil. Sanırım yorgunluk ve strese bağlı şeyler hepsi ama durumum da o kadar rahat ki, stres ya da yorgunluk yaratacak bir şey yok. Neyse, bir iki hafta daha böyle sürerse görünürüz bir nörologa.
Dün pilateste yaptığımız hareketlerden birkaçını Meltem'e gösterdim. Bir tanesi de topun üzerinde hiçbir yere temas etmeden, süpermen gibi durmak. Top olmadığı için ufak bir taburede gösterdim. Meltem incecik vücudunu kaldırıp da duramadı kaslar kuvvetsiz olunca. Bunun üzerine annem çekil bakayım diyerek tüm cengaverliğiyle atıldı. O da pilatesçi bir bayan olarak yaptı haliyle. Yengem de denedi ve başarısız oldu. Derken ayakta zor duran 85 yaşındaki dedem bir hışımla ayağa fırladı ve vücudu dümdüz olamasa da ellerini ve ayaklarını aynı anda tamamen yerden kaldırıp küçücük taburenin üstünde süpermen gibi uçmayı başardı (maşallah diyoruz kendisine). Eski toprak diye boşuna demiyorlar di mi? Canım dedecik!
7 Kasım 2008 Cuma
bağ bostan
6 Kasım 2008 Perşembe
oburcuk
Ben esmeri fındık ile
Ben esmeri fıstık ile
Ben esmeri badem ile beslerim
4 Kasım 2008 Salı
+Cok sagol bebek :)
-Ne demek, iyi seyirler ;)
+Gute unterhaltung
:) Tabi Türkçe'nin mecaz anlatımlarına uzak biri olduğunu hesaba katarak "ne demek" yerine "rica ederim" demeyen bende kabahat :)
Film beklediğim, umduğum kadar iyi değildi ama güzeldi yine de. En azından bir şeyler yapmak için insanüstü bir varlık olmaya gerek olmadığını gösteriyordu tam da bu " bi şey yapmalı!" zamanlarında. Filmin bitiminde çıkmak için herkesin salondan çıkmasını beklemek zorunda kaldık bir de. Çünkü salonda tek ağlayan bendim. Çok kırocanım yahu. Ama n'apayım, son 20 dakikamı tamamen susmaya çalışarak geçirdiysem de beceremedim.
Devrim arabaları filminden habersiz (kırocan olduğumu daha önce söylemiştim) "Yarım kalan Devrim rüyası"nı almıştım iki hafta kadar önce. Mustafa filmiyle konuları çok çok ayrı tabii ki ama derinlerde ikisi de aynı şekilde etkiliyor bence. İkisi de "Bu ülke için bi şey yapmalı" dedirtiyor, çok geçmeden.
26 Ekim 2008 Pazar
aydınlığa erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir
21 Ekim 2008 Salı
Dün yok yere bir işçiyi gözümün önünde işten çıkardılar. Tek nedeni maaşının yüksek(!) oluşuydu. 700 lira maaş alıyormuş. Muhtemelen 3 ya da 4 kişilik ailesini geçindiriyor o parayla. Ve yine muhtemelen evi kira. Ve bu, yüksek(!) maaş alan biri. Gerisini varın siz düşünün.
Yeni bir projeye başlıyoruz. Bugün başlangıç toplantısındaydık ve proje hakkındaki düşüncelerimizi sıralıyoruz. Saygıdeğer Ferhat Bey diyor ki:
- Bu proje için herkesin değişime açık olması gerekiyor. Herkesi değişime davet ediyorum.
+ (gülümseme ve nezaketle) Ben değişime açığım demek oluyor bu o halde...
- Hayır, ben değilim.
Gülmekle ağlamak arasında kaldım bu cevaba, sonra da bastım kahkahayı.
Yine bugünkü haftalık üretim yönetimi toplantısındaysa sanki güne gitmişiz havası vardı ve konu benim evde kalışımdı :) Esma mayısta evleniyor diye yerine yeni biri başladı. Diğerleriyle ilk defa tanışıyor ve dolayısıyla diğerleri onun geliş, esma'nın ayrılış nedenini öğreniyor. Fakat bu konunun üzerinde durulmaktansa konu "e sıra Neşe'de, Neşe evde kaldı"ya geliyor. Ama ben daha çok küçüğüüümm desem de.
Sırf ben çalıştığım yeri seveyim diye masamın hemen yanına koyulan koca bir ağacım var (dracaena). Artık dünya masamdan daha güzel görünüyor.
Eğitim seviyesi genelde biraz düşük bir aile gibiyiz. Bazen sinir ediyor, çoğu zaman eğlendiriyor işte.
İsmail'i ziyarete gittik bugün. Çapa'da henüz teşhisi konulamayan bir hastalıktan ötürü yatıyor. Allah tez zamanda şifasını versin.
19 Ekim 2008 Pazar
eskici

17 Ekim 2008 Cuma
saat kaç?

klik

sanırım bilinçaltına yerleşmiş çocukluğumu anımsıyorum. ben hiçbir zaman içinde anne olan bir eve girmedim çünkü. eve ilk giren, dolayısıyla o "klik" sesini duyan, buz gibi eve girince kombiyi/sobayı açan hep ben oldum. evde kimse yokken yazın ortasında bile üşümem bundan belki. tamamen psikolojik. yalnızlığı sevmemem de.
belki hayattan en büyük isteğimin "kendi çocuğunu kendi büyüten bir anne olmak" olması da bundandır. belki en büyük istek için biraz fazla sığ, ama böyle. hayatta beni en çok mutlu edecek şey bu.
tanrım, ne kadar duygu sömürüsü kokan bir yazı oldu
16 Ekim 2008 Perşembe
orion
15 Ekim 2008 Çarşamba
beep beep
sizin çakalın road runner'ı yakalamak için izlediği süreçlerden haberiniz var mıydı? ya da başarısızlığının nedeninin PUKÖ döngüsünü uygulamaması olduğundan. hey gidi hey. haybeye izlemişiz yıllarca. o değil de şimdi oturup nasıl aynı masumiyetle izleyebilirim ki onlara da iş hayatını, stratejileri, misyonu, vizyonu bulaştırdıktan sonra.
üniversite 1. sınıftayken de aslı benden "muhtemelen" kelimesini kapıp sonra da kızmıştı sürekli kullanıyorum diye. acaba böyle, herkesin belli kelimeleri var da, aynı şeyin 3-4 adı bile olsa hep aynı kelimeyi mi kullanıyor onun için. öyleyse ne yazık. bu, bu kadar zengin bir dili bireysel düzeyde de olsa köreltiyoruz demektir. hele de bu köreltmeyi daha genele yayıyorsak, -yazmak fiilinin kullanılmaması gibi, daha kötü.
yarın kelimelerin pek kullanılmayanlarını tercih ederek kurmaya çalışacağım cümlelerimi. her zaman "muhtemel" diyorsam yarın "olası" diyeceğim. hem bir nevi beyin jimnastiği olur hem de cümlelerimi düşünerek kurmuş olurum. günde 15 çörek otundan iyi gelir bakarsın :)
10 Ekim 2008 Cuma
Farklı olanı bulun
• Erdoğan: Krizde korkulacak bir şey yok
• İngiltere'den 200 milyar sterlinlik can simidi
• Brown: Sistemin sağlığı için radikal adım attık
• Trichet: Tabular olmadan hareket edilmeli
• İtalyan bankalar da önlem bekliyor
• TOBB: Tedbiri elden bırakmayın
• ABD'de emeklilik fonları 2 trilyon dolar eridi
• Büyüme için kötü sinyal
• Volvo 3 bin 300 kişiyi çıkaracak
*www.ntvmsnbc.com
9 Ekim 2008 Perşembe
dengesiz
Birkanlara girer girmez bir meze muhabbeti döndü. Ayağımın tozuyla hemen mutfağa girip bir hibeş yapıverdim. -Tabi Ahmet’in tahini homojen kıvama getirme çabasını göz ardı edemem.- Bütün insanlar Antakya mezelerini tatmalı. Harika lezzetler. Erkekler ve ben çok sevdik, kızlara biraz ağır geldi. Bu genellemede yanlış yerdeyim sanırım :) Ayrıca hibeş çok da güzel bir cips sosu oluyormuş. Tavsiye edilir. Tarifi için bir telefon uzağınızdayım :) Lafı gelmişken damla çikolatalı tarçınlı kekim de kapış kapış gitti. Süper, asla yüzümü kara çıkarmayan bir tarif o da.
17 Eylül 2008 Çarşamba
tereddüt
Ürkek ve dalgın âşık
Kendi yangınından kaçak
Mendilini yakıyor bak
Tereddütle seviyor
Gözleri yaz gecesi
Saçlarında yıldızlar
Yorgun ve mahçup sesiyle
Diyecek çok sözü varken
Tereddütle susuyor
Hayallerinde vardı
Böylesi bir sevdaydı
Öyleyse şimdi gönlü niye böyle karışıyor
Bir adım ötesi dönüşü olmayan yolun başında
Ya özgür, ya tutsak ve sarhoş bir sevdanın peşinde
Zaman duruyor işte o an
Bir adım ötesi dönüşü olmayan yolun başında
Ya da korkularına mağlup kırk küsur yaşında
Hayat dokunuyor yüzüne
Gecikmiş bir keder gölgesiyle
15 Eylül 2008 Pazartesi
14 Eylül 2008 Pazar
Lâle

Lâle milyonlarca yıl kendi halinde Pamir dağlarında yaşadıktan sonra Türk boylarının heybelerine girince kaderi değişir. Selçuklular tarafından Anadolu'ya getirilince, lâlenin yüzlerce yıl sürecek olan Anadolu saltanatı başlar. Çinilerde, kaftanlarda, şiirlerde hep lâle vardır. Yıldırım Bayezid Osmanlılar'da lâleyle anılan ilk sultan. Yıllarca savaşlara sırtında onu koruduğuna inandığı lâleli kaftanı olmadan çıkmamış.
Bu sıralarda -Kanunî zamanı- gittikçe güçlenen Osmanlı'ya pek tabii ki ittifak kurmaya yönelik batıdan elçiler gönderilir. Bunlardan Hollandalı bir elçi Osmanlı topraklarında hayatında ilk defa gördüğü çiçeğin ne olduğunu sormak üzere bir köylüyü yanına çağırır ve sarığında takılı olan lâleyi işaret eder. Köylü de sarığı kastettiğini zannederek tülbent der. İşte o tülbent daha sonraları tulpan ve tulip olur ve lâlenin Avrupa yolculuğu başlar.
Avrupa'da, özellikle Hollanda'da lâle giderek önem kazanır ve hatta borsası oluşur. O kadar ki bir lâle soğanının bedeli, Amsterdam'da bir köşk almaya yetecek hâle gelir. Tüccarların artık lâle almaya para yetiştirememesiyle birlikte de borsa çöker ve lâle fiyatları bir hafta içinde %95 düşer.
Bu durumdan ders çıkaran Osmanlı lâle tüccarı sayısını ve lâle fiyatını sınırlandırarak benzeri bir durumun önüne geçer fakat lâle Osmanlı'yı başka bir taraftan vurur.
Bir döneme ismini veren lâle Osmanlı için savurganlığın simgesi haline gelir. 3. Ahmed'in lâlelere düşkünlüğü nedeniyle lâle adına hiçbir harcamadan kaçınılmaz. Bir zamanlar Osmanlı'dan Hollanda'ya gönderilen soğanlar artık Hollanda'dan alınmaya başlanır. Lâlelerin açtığı 4 hafta boyunca dönemin sadrazamı Damat İbrahim Paşa'nın fikir babası olduğu şenliklerde tam bir savurganlık hâkimdir. Lâle düşkünlüğü o kadar ileri seviyede ve padişah o kadar rahattır ki, savaşlara çıkılmaz olur. Dolayısıyla imparatorluğun en önemli geçim kaynağı olan ganimetler toplanamaz. Bunun yükü halka yüklenir ve vergiler artar. İran'dan da yenilgi haberi gelince esnaf artık dayanamaz ve Patrona Halil önderliğinde ayaklanır. 3. Ahmed tahttan indirilir, Damat İbrahim Paşa idam edilir. Bütün lâle bahçeleri yakılır, bütün lâle soğanları tek bir tane kalmamacasına yok edilir. Şeyhülislam Ebu Suud Efendi'nin çapraz dölleme ile elde ettiği taç yaprakları uçlarda iğne halini alan meşhur İstanbul lâlesi de bu isyan esnasında yok edilir. İstanbul lâlesi artık sadece çinilerde, mezar taşlarında ve resimlerde kalır.
21 Ağustos 2008 Perşembe
havadisler
*Volkan’ı Amerika’ya yolladık. Gitmeden önceki cumartesi güzel bir fasıla gittik. Mekan ayarlama işlerini bundan sonra Begüm’e bırakmalı galiba. Keyifliydi ve kolpa, piyanist şantör eşliğindeki fasıllardan değildi.
*Biljana geldi. Ama Sabancı’da kaldıkları için sadece bir akşam görüşebildik. Olsun, kahve sözü kaldı. Bir kere daha gelmesini garantilemiş olduk böylece :)
*Altuğ’a sürpriz doğum günü yaptık. Annem de gelince annesine de sürpriz olmuş oldu. Bütün gece oğlumun doğum günündeki şu halime bakın diye sayıkladı. Resmini koyup koymama konusunda kararsızım. Altuğ çok şapşaldı :) Girer girmez “Neşe biliyor musun bugün benim doğum günüm” dedi arabada bekleyen pasta ve yolda olan Bekir ve Uğur’dan habersiz. Kıyamam. Aa öyle mi diye sosis üflettim ben de. Asıl tepkisiyse pasta geldiğindeki “anneee” deyişiydi. Nasıl bir ton öyle. 25 yaşındaki adamdan çıkması imkansız bi ses :)
*Altuğ’lara giderken arabanın el frenini indirmeye unutmuşum. Ele güne rezil olayım, utanıp bi daha yapmayayım diye yazıyorum. Balatalar yanıyormuş az kalsın.
*Bu aralar sürekli yeni bir şeyler yapmak, yapmaya çalışmak var kafamda. Ney’in deliklerini üstten açmak gibi mesela. Mütemadiyen saçmalıyorum.
*Hande’nin "iyi hissetmiyorum. kusura bakmayın ama, gelmeseniz olur mu" yüzsüzlüğüne yüzsüzlükle karşılık vererek 11 kişi ziyarete – akşam atıştırmasına gittik. Akşam atıştırması diyince sanki 5 dakikalığına komşuya geçmiş gibi oluyor ama aynı şehirde üstelik hiç oyalanmadan, üstelik otobüsle –otobüs bekleme hariç- 1 saat sürecek kısmını özel arabayla yarım saatte gitmemize rağmen 3,5 saat sürdü yol. İstanbul, büyük şehir vesselam.
*Bir çeyiz koşturmasıdır gidiyor. Meğer ne zor işlermiş bunlar. 1 ay sonra Ülkü ablanın düğünü var. Her şey çok hızlı ve sadece küçük pürüzlerle ilerliyor. İnşallah böyle gider. Bir de düğün için mekan bulabilsek :)
*Dans etmeyi özlemişim. Geçen pazar tango pratiğe gittik. Aradan geçen bilmem kaç aya rağmen iyi kotardım. Ne kadar süredir dans ediyorsun sorusundan da utandığımı fark ettim. Daha fazla vakit ayırmalıyım tangoya. Süriş’ten daha ses çıkmadı ama bu akşam büyük ihtimalle milongaya gidiyoruz arayı soğutmadan.
*Liseden kızlarla sonunda pazar kahvaltısı yapabildik Rumeli Hisarı'nda. Özellikle İlke'yi uzun zamandır görmüyordum. İyi oldu. Biraz eskiye özlem, biraz da adını koyamadığım duygular vardı. Azı karar çoğu zarar cinsten.
*Yarın Erdem’in mezuniyet partisi var. Jet pilotu olacak inşallah.
*Cumartesi Şelale, Jim, Ayla ve Arife geliyorlar. Bizde kalacaklar 1-2 hafta. Çok eğlenceli olacak eminim. Özellikle Ayla’yı, konuşup konuşmadığını, nece konuştuğunu merak ediyorum. Azeri bir anne, Hollandalı bir baba, İtalya, İspanya, Hollanda’da geçmiş 3,5 yıllık bir ömür. Onların bahanesiyle Sultanahmet’i, Kapalıçarşı’yı, Mısır Çarşısı’nı, Yerebatan’ı ve daha pek çok taptığım yeri göreceğim diye umut ediyorum. Çünkü fark ettim ki bünye haftanın birkaç günü hiç olmazsa yanlarından geçmeye fena alışmış.
*Özgür’ün doktor randevusu var 10 dk sonra. Umarım fıtık değildir.
6 Ağustos 2008 Çarşamba
sinerjik
Tavlamadan dolayı kararmış yarı mamuller içlerinde asit olan kazanlarda elektropolisaj işlemine tabi tutuluyor. Ürün olduğu gibi daldırılıyor bu kazana ve 12-15 dakika bekletiliyor. Kazandan ürünleri alan ve olağan dışı bir şeyler gören Halil'in söylediğine bakın hele :)
"Malların dışları iyi emmeee, içlerinden yeterince sinerji alamıyom."
Bu sabah laf arasında kahvaltı etmediğimi söylediğimde 10 dk içinde masamda olan 3 poğaça da cabası :)
5 Ağustos 2008 Salı
gülüMSe
Şimdi Hande’ye de ms teşhisi kondu. Önünde Süreyya hoca gibi bir örnek olduğu için çok şanslı. Süreyya hoca hayatta her zaman dört ayak üzerine düşenlerden değil, aksine tepe taklak olanlardan. Onu hastalığı yüzünden şımartan ve onu üzmemek için elinden geleni yapan insanlar da yok etrafında. Ama Süreyya hoca çok güçlü bir kadın ve 20 senedir ms ile yaşıyor. Hande ms’in önce bu yüzünü tanıdığı için çok şanslı. Önünde hazırda Süreyya hocanın çizdiği bir yol var. Diğer yollardan gidenleri ben gördüm, hastanelere gide gele o da görecektir. Ama sakın ola bu insanlar onu umutsuzluğa sevk etmesin. Aksine onun kararının daha net olmasını sağlasın bu insanlar. Her iki ucu da gördüğünde ne yapması gerektiği konusunda en ufak bir şüphesi kalmasın aklında.
Hande de Süreyya hoca kadar güçlü bir insan ve o da ms’le yaşamayı öğrenecek...
D.N: Bir bakın şu sitedeki son 3 resme. 3 çalışma arkadaşı. Hangisi ms hastası?
13 Haziran 2008 Cuma
gazi
Bugün üretimde dolaşırken durup hadi şu tornayı izleyeyim dedim. Amca sağ olsun bayağı detaylı gösterdi işi. Hatta yetmedi, yandaki tezgaha yönlendirdi. Orada vida açılıyormuş onu da göreyim diye. Bu arada ben de onlara daha dün iş güvenliği eğitimi vermişim ya artiz artiz uyarıyorum: "gözlüğün nerde niye takmıyorsun?". "daha yeni başladık ya işe ondan" diyor. ben de hemen eğitime gönderme yapıyorum: "ne demiştik, iş kazasının mazereti olmaz. ya şimdi gözümüze çapak gelirse, o zaman ne olacak?" neyse geçtim yandaki tezgaha. gözlüğüm yok ya tedirginim. tezgahın en uzak yerinde ve duvara yaslanmış izliyorum. diğer amca da gözlüksüz, makineyi durdurduğu anda onu da uyaracağım. derken o da ne?! gözüme doğru giderek büyüyen bir şey bi anda göz pınarımla burun arasındaki yere oturuverdi. refleksle hemen tuttum aldım ama sıcak parça olduğu için yapışmış tabi, o kadar kolay çıkmadı. şimdi izlere bakınca farkediyorum ki alana kadar bayağı bi yere değdirmişim galiba. neyse önemli bi şey yok zannedip izlemeye devam ediyorum. derken sıcağı geçip de yanmaya başlayınca "gözüme çapak yapıştı ya ben artık gideyim bari" diyerek sağlık memuruna gitmeyi akıl ettim. Efendim sağlık memuru fabrika dışındaymış. neyse olabilir deyip şanssızlığıma gülerekten revire gidip dolaptan bir yanık kremi alıp sürdüm hemen. 10-15 dk sonra sağlık memuru geldi. hemen hastaneye gidiyoruz dedi. Yok bi şey iyiyim desem de, anlamazsın sen, gözünün içine kaçmış olabilir deyip hastaneye götürdü. Nitekim bi şey de çıkmadı. Ama şimdi, tam da mezuniyet balosuna 10 gün kalmışken, işte bu haldeyim;
11 Haziran 2008 Çarşamba
Kurbiş Hanım'a... iyi ki doğdu
5 Haziran 2008 Perşembe
8-18
gerçi kendime haksızlık etmemem lazım. çoktan beri ertelediğim ve çoktan başlamış olmam gereken spora sonunda başladım. 1 ayı geçti. gayet güzel, düzenli ve keyifli gidiyor. bir de emin amca'yı ziyaret ettim mi belki hayallerimi gerçekleştirecek cesareti toplayabilirim. 5-6 yıl sonrası için çok güzel planlarım var. biraz uzun vadeli oluyor ama şimdiden çalışmam lazım. bu süreci uzatmak ya da kısaltmak benim elimde. şimdiden rüyalarımda onunla uğraşıyorum.
ah blog! bir an önce olması lazım. bu sabah 8 akşam 6 öldürecek beni.
bu aralar rüyalarım çok heyecanlandı. özlediğim herkesle özlem gideriyorum geceleri. garip yerlerdeyim, garip olaylarla karşılaşıyorum ama huzurlu uyanıyorum. aslında birilerini arama isteğiyle uyanıyorum da üşeniyorum, erteliyorum ve unutuyorum.
bir de blog, uyumadan önce masal dinlemeyi özledim!
25 Nisan 2008 Cuma
kapıyı çalınca bir gün sardunya

sürpriz yapmak için müziği ayarlasa zamanlama bu kadar tutmazdı! önce şarkı başladı, ardından kapı çaldı, kapıyı açmaya giderken "kapıyı çalınca bir gün sardunya" bölümü, kapı açıldı karşımda, arkasında sardunyayla : ) ve arkasından bir kalanchoe, ve bir tane daha ve sonra da gül..
neresinden baksan sürpriz, neresinden baksan mutluluk..
yoğun baş ağrısı ve stresle geçmiş bir günün üstüne daha etkili bir ilaç ne olabilirdi ki?

18 Nisan 2008 Cuma
Parça parça gidiyorsun içimden
Tasını tarağını toplamadan,
Parça parça…
…
Gündüzsefası...
Hani kimi pembe, kimi mavi, kimi mor renkte,
Hani diğer ismi Kahkaha Çiçeği,
Hani sarmaşık olan çiçek…
Korkar karanlıktan,
Gündüzleri açar.
Salına salına etrafa edalar salar.
Her gören bir kez durur ve bakar bu çiçeğe.
Albenilidir.
Kısadır ömrü,
Nazlıdır.
Sayılı günler içinde gülümser etrafa olanca güzelliğiyle…
Bir de Akşamsefası...
O da renklidir,
Sarısı, pembesi, beyazı ve ebrulisi…
Güle benzer ama onun kadar sevmez gösterişi.
Yaza âşıktır.
Kokusuyla insanları çeker kendine,
Ah! Arsızlığına ne demeli…
Yeşil yapraklar arasından hesapsız, kitapsız ve bir o kadar fütursuz kendini sergilemesi yok mu?
Erişilmez yosma gibi,
Aklını başından alıp hayallerle yaşatır insanı.
Gecenin çirkefine inat yıldızları indirir gökyüzünden, durdurur zamanı, aydınlatır her bir yanı.
Yalnız akşamların yavuklusudur akşamsefası,
Sabahların hüzünlü vedası…
Ya manolya?
Beyazdır,
Bembeyaz, gelin gibi,
Nazenin ve saf…
O da yaza sevdalıdır.
Kokusu bambaşka, aklı baştan alacak kadar hoş kokulu.
Kendini sanki sevdalısına saklarcasına mahcup ve sadık;
Koklatmaz kendini başka burunlara çünkü.
İnat ederse başka burunlar;
Hemen solar, çeker gider bu diyardan.
Hüzünlüdür beyazı,
Gülümserken ağlar gibi,
Gözyaşını silerken sevinir gibi…
…
Sen giderken,
Yani içimden,
Yani parça parça…
Yüreğimden, gönlümden, aklımdan, ruhumdan, elimden gelmiyor bir şey.
Ne dön diyebiliyorum sana ne de kal.
Şiir de yazmak çare değil.
Sokak sokak dolaşıp adını haykırmak da ne değiştirebilir ki?
Ya da maziye dalıp mutlu anlarla halvet olmak ne verecek bana?
Seni getirecek mi geri?
Olmuş bir kere, çare yok.
İyisi mi çiçekleri düşüneyim dedim.
Öyle çok var ki, hangisinden başlasam…
Ne olursa olsun; maziye dalmaktan, şiir yazmaktan ve sokak sokak dolaşmaktan daha güzel.
Aklıma ilk gelenleri not ettim bir kenara;
Akşamsefası, Gündüzsefası ve Manolya…
Aslında onlar da fayda etmedi,
Fayda etmedi gidişine dur demeye.
Sahte unutmalara çare olmadı.
Hepsinde yine sen vardın zira.
Nazınla,
Arsızlığınla,
Beyazınla.
Yani
Parça Parça…
keşke bir çiçekle yaz olsa… başka çiçekler olmadan…
ebru yaşar seçen 2008
bahar
14 Nisan 2008 Pazartesi
21 Mart 2008 Cuma
polska
blogçe! sana haber vermeden polonya'ya gittim geçen hafta bi koşu. aslında gittik. 10 cücük, 1 kameraman, 3 müzisyen ve 1 tangocu. hem cücük hem tangocu olanları saymıyorum. neyse.. zaten cücükler demek eğlence demek, onu biliyorduk; makedon demek de eğlence demekmiş onu öğrendik bu haftada. çok keyifli geçti, çok şeker insanlar tanıdık. polonyalıların karar verme, idare etme yeteneklerinin olmayışına bolca kızdık. sonra nazi toplama kampı auschwitz'i gezdik. içler acısıydı. hele bunların sadece 50 yıl önce yaşanmış olması.. akıl alır gibi değil! mini mini ayakkabılar, kilolarca saçlar, boş bavullar, hücreler.. bir de o kasvetli hava. lafı gelmişken söyleyeyim: 23 martta cnbc-e'de schindler'in listesi var. izlemeli. efkârlandım yine blog!
şimdilerde bol bol makedonya hayalleri kuruyorum. trenle mi gitmeli, uçakla mı gitmeli.. ne zaman gitmeli.. bu gidişle işten atacaklar beni.
iş demişken.. geldikten sonraki ilk 4 gün toparlanamadım bi türlü. bu koşturmacanın içine girmek çok zor geldi. ilk gün sınav, 2. gün sunum sonra iş, sorumluluklar.. ama yine alıştık işte blog! alışkanlık kötü şey. böyle giderse yapmak istediğim hiçbi şeyi yapamayacağım. alıştıkça hayallerimden vazgeçiyorum çünkü.
daldan dala atlayıp asıl anlatmak istediklerimi anlatamadım. krakow güzel memleket. gidilip görülmeli; makedonlar güzel insanlar, tanışılmalı diyerek satırlarıma son veriyorum : )
17 Mart 2008 Pazartesi
Јовано, Јованке
Јовано, Јованке Yovano, Yovanke
крај Вардарот седиш, мори Kray vardarot sediş mori
бело платно белиш Belo platno beliş
бело платно белиш, душо Belo platno beliş duşo
сè нагоре гледаш. Se nagore gledaş
Јовано, Јованке Yovano, Yovanke
јас те тебе чекам, мори Yas te tebe çekam mori
дома да ми дојдеш Doma da mi doydeş
а ти не доаѓаш, душо A ti ne doaygaş duşo
срце мое Јовано. Srtze moe Yovano
Јовано, Јованке Yovano, Yovanke
твојата мајка, мори Tvoyata mayka mori
тебе не те пушта Tebe ne te puşta
кај мене да дојдиш, душо Kay mene da doydeş duşo
срце мое Јовано. Srtze moe Yovano
29 Şubat 2008 Cuma
alesta!

kalabalığın beni ne kadar mutlandırdığını bir kez daha tecrübe ettim blog! ertesi gün 3 saatlik uykuyla bütün gün çalışmama rağmen hala ağzım kulaklarımdaydı. bir de eve dönerken yağmur başladı, toprak kokusu filan.. daha da mutlandım. ah bir de eve gelince aynı kalabalığı bulsaydım...
olsun kalabalığım yoktu ama kalyonum oldu. ne zamandır yalvar yakar almaya çalışıyordum özgür'den o çini kalyonu da ömer amca dayanamamış herhalde bana bir kalyon hediye etti!
yelkenler fora!
bahar türküsü
kuşlar uçtu, kendimi aştım
seni ben yanımda bulunca değiştim, güzelleştim
söz etsen, yüzüm gülse
gel desen
yağmur yağdı, içim temizlendi
toprak koktu, içim renklendi
seni ben yanımda bulunca her şeyim çiçeklendi
ses etsen, yüzüm gülse
gel desen
21 Ocak 2008 Pazartesi
üç
-çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman...
5 Ocak 2008 Cumartesi
bitirememe

blog açmak için en uygun gün bugündü heralde. pazartesi teslimi olan bitirme projesini dün yazmaya başladım. bu akşam süslü milongamız var, orda olacağım. tanbur dersini ektim. olur da yazarım, belki de bitiririm diye. aslında çok planlı programlı bi insanmış gibi başlamıştım güne. duş, güzel bi kahvaltı filan üstüne gayet güzel bilgiler bulup yazmaya da koyulmuştum. nerden çıktı şimdi bu blog? neyse, hoşgeldik!