Upuzun bir hafta sonuydu. Sanki hafta sonu değil de haftanın kendisi gibi. Belki de zamanın göreliliğinin bir kanıtıdır;
“Hayat seninle nasıl bir düşse, sensizken karabasan
Ne yaparsam yapayım, sensiz geçmiyor zaman”
Cuma milongasına normalde iş çıkışı Taksim’e gidip bir şeyler yedikten sonra giderdim, bu da yorgunluk öncesi yorgunluk demek olurdu ama eve gir çık da üşenirdim. Bu hafta mecburen eve uğramam gerekti; cumartesi odaya kaydolmak için diplomamı almam gerekiyordu evden. Annecimle akşam yemeği yiyip biraz da vakit geçirip çıktım evden. Gündüz Eylül’le konuşmuştuk saat 10 gibi 4.Levent’te buluşuruz diye. Üzerine hiç konuşmadan aynı zamanlarda buluşma mekânımızda olduk ve yine konuşmadan birbirimizi bulduk. Demek ki cep telefonu olmadığı zamanlarda da o kadar zor değilmiş buluşmak :) Buluşma kısmı enteresandı. Önce Umut’un kıvrak eli, ardından sırasıyla koluna astığı çanta, boynundaki fular ve küpeyi gördüm. “Bu estetik harikası görüntü, Umut’tan başkasına ait olamaz” tahlili isabetli oldu :)
Milonga oldukça kalabalıktı bu hafta. Bence bu kadarına gerek yok. Ne çok tenha, ne çok kalabalık; ortalama her zaman iyidir.
Gece, normal şartlarda görmeye tahammül edemeyeceğimiz ellerin hazırladığı köfte ekmekleri mideye indirip kuş cıvıltıları eşliğinde eve döndük. Yazdan kalma bir gün gibiydi. Kumla’da hissettim kendimi.
Sabah 06:45’ten itibaren telefonumun yaklaşık 10 kere çalmasıyla uykunun bana haram olduğuna kanaat getirip kalktım. Meldacan iş çıkışı Eylül’le beni aldı ve hasret kaldığımız Taksim’in biraz keyfini çıkardık. Makine mühendisleri odası’na uğrayıp hem Kağan’ın kartını aldım hem de kendini makine mühendisi sanan endüstri mühendisi olarak odaya kayıt oldum. Oradaki enteresanlıklara hiç değinmiyorum ama şunu söylemeden geçmeyeyim; her zaman için “kadınlarla çalışmak çok zor”.
Yazmaya üşenmeye başladım.
Cuma akşamı benim Fatih’e karşı kırdığım potları cumartesi günü bir satıcı bey bana karşı kırdı, sanırım Fatih’in ahı tuttu :)
+Bak, sana kanım ısındı sen bizim oralardansın, Bitlisli ya da Vanlısın di mi?
-Yok değilim, bu ak pak suratın ne alakası var Allah aşkına o taraflarla
+Ya ben de sarışın renkli gözlüyüm ama Diyarbakırlıyım. Beni de hep Trakyalı sanıyorlar hiç de haz etmem onlardan.
-Öhömmm, ben Trakyalıyım.
+Yaa?! Öyle değil aslında ben kürtlüğümle çok övünüyorum da ondan dedim. Aslında Trakyalıları değil ya Boşnakları filan sevmem ben.
-Hıı ne güzel, benim dedem Yugoslavya doğumlu.
+E yok artık! Ya kusura bakma öyle demek istemedim.
-Neyse biz de gidiyoduk zaten.
:)
Üstüne bir de doğduğu günü bildiğim ve yıllardır görmediğim birini görüp, haliyle tanımadan, analar neler doğuruyor diye içimden geçirip, üzerine kızın yanıma gelip “Neşe abla?” demesi vardı ki, tanımam için ismini söylemesi gerekti. Dünya ne kadar küçük dedirtiyor son zamanlarda hayat. Kağan’la konuşurken şarjımın bitmesi üzerine Melda’nın okuldan arkadaşı ve Kağan’ın da devresi olan Mustafa’nın Melda’yı araması ve Melda’nın da iş arkadaşım olması dışında Işık Üniversitesi’ndeyken 1 seneliğine yurtta Sedef’in oda arkadaşı olması da bunlardan biri.
Velhasılı; J’a dore, perhiz, Türk kahvesi, Rum-Ortodoks kiliseleri sergisi… Tatmin edici bir cumartesi…
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder